Paylaş
Dış ticaretimizden ekonomimize, para politikasından yatırım politikalarına varana dek birçok konuda Türkiye’yi de etkilemesi kaçınılmaz olan bir kararın arifesindeyiz.
Ancak dış politika konularını dünya üzerindeki olaylar ve gelişmeler içinden sadece birine odaklanarak incelemek uluslararası ilişkileri basite indirgemek olur. AB ile Birleşik Krallık ilişkileri kadar, AB’nin Rusya’ya uyguladığı yaptırımları sürdürme kararı alması da Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor.
Öte yandan, Avrupa’nın ve yakın coğrafyamızın güvenlik meselelerinin ele alınacağı NATO zirvesine de iki hafta kaldı. NATO da Rusya ile olan ilişkilerde yeni bir uyarlama yapmaya hazırlanıyor.
İster Birleşik Krallık ile AB arasındaki ilişkiler olsun, ister NATO’nun zirvesinde ele alınacak konular olsun, bunların tümünün ardında son yıllarda Afganistan üzerinden batıya doğru yayılarak artan, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı iyice kıskacına alan ve Suriye’deki konuşlanması nedeniyle de tüm Avrupa’yı endişelendiren terör sorunu yatıyor. Terör göç dalgalarını artırıyor, göç ve mülteci sorunları görülmemiş bir boyuta varıyor ve ciddi güvenlik riskleri oluşturuyor.
Rusya’nın Karadeniz’de Gürcistan ve Ukrayna’ya yönelik kuvvet kullanımı sonucunda eski Varşova Paktı-yeni NATO üyesi Orta Avrupa ülkelerinin bu durumu geleneksel doğu-batı kutuplaşması bağlamında okumaları ve Rusya’yı en önemli tehdit olarak takdim etmeleri şaşırtıcı görülmemeli. Bu tutuma “NATO’dan daha fazla NATO’culuk” demek de mümkün.
Bununla birlikte, şunu da unutmamak gerekir ki, Rusya’nın bu müdahaleleri sadece eski Sovyetler Birliği toprakları üzerinde gerçekleşiyor ve herhangi bir eski Varşova Paktı üyesi ülkeyi, hele NATO üyesi olmalarından sonra, onların algılarındaki ölçüde tehdit etmiyor. Bu elbette Rusya’nın söz konusu müdahalelerinin haklı görüldüğü anlamına gelmiyor, gelmemeli. Ancak Avrupa’ya yönelik asıl tehdidin ne olduğu konusunda yanılgıya da yol açmamalı.
NATO, Güney Kanat konusuyla ve buradan gelebilecek tehditle ciddi olarak ilgilenmek zorunda. Zira bu bölgeye NATO’nun sadece bir üyesi bitişik, o da Türkiye. Üstelik NATO için asıl tehdidi oluşturduğu ileri sürülen Rusya merkez alanda Orta Avrupa’daki dengeleri korurken, güney kanatta soğuk savaş döneminde dahi elde edemediği muhkem bir mevkilenmeyi pekiştiriyor, Suriye’deki konumunu güçlendiriyor. Türkiye bu bölgede yalnız bırakılmamalı.
Tüm bu gelişmeler güney kanadın potansiyel tehditlerine karşı yeni bir anlayış ve güvenlik stratejisi geliştirme gereksinimini ortaya koyuyor. Öncelikle, elbette Türkiye’nin bu tehdit algılamasına ilişkin tavrını belirlemesi gerekiyor. Ortadoğu’ya hamaset söylemleriyle ve düzen kurucu heveslerle yaklaşmak yerine, düzeni kaosa çevirmeden dönüştürmek öncelik kazanmalıydı. Bu da gerçekçi bir dış politika uygulaması olurdu.
Zorlamayla da olsa, İsrail ile ilişkilerin normalleştirilmesi süreci nihayet sona yaklaşıyor. Türkiye’nin bu ilerlemeyle birlikte Ortadoğu’da realpolitik uygulamalarına geri dönmesi umuluyor. İsrail aleyhtarı, taraf tutan ve ideolojik tonlamalarla desteklenen dış politika yerini böyle gerçekçi ve yapıcı bir dış politikaya bırakırsa, Türkiye Batı’nın bu bölgeden kaynaklanan endişelerinin giderilmesi arayışlarında güvenilir bir ortak olma özelliğine yeniden kavuşabilir. Bu nedenle İsrail ile ilişkiler önemli.
İsrail ile ilişkileri sadece ikili ilişkiler olarak görmek eksik bir bakış açısı oluşturur. Türkiye İsrail aleyhtarlığı nedeniyle NATO’nun Akdeniz politikalarında önemli bir işlevi olan diyalog ortaklarıyla ilişkilere hep köstek olan bir üye olmakla suçlanıyordu. İsrail ile normalleşmenin bu engeli de ortadan kaldırması, İsrail’in NATO ile olan ilişkilerine Türkiye’nin koyduğu üstü kapalı ambargoyu da sona erdirmesi gerekiyor.
Bu işin NATO boyutu. Ancak Ortadoğu’nun Türkiye ve Avrupa-Atlantik güvenliğine yönelik olarak oluşturduğu tehditle mücadele sadece NATO’nun görevi olamaz, olmamalı. Terörle mücadeleyi salt askeri yöntemlerle sürdürmenin bir sonuç getirmediğini tüm dünya biliyor. Bu mücadelenin yumuşak güç kullanımı, sosyolojik, sosyo-politik ve sosyo-ekonomik yaklaşımlarla güçlendirilmesi halinde başarıya ulaşılabileceğini de başka ülkelerdeki örnekler gözler önüne seriyor.
O halde, Türkiye’nin bu yaklaşımların tanımlanmasında ve NATO’nun özellikle AB ile eşgüdüm içinde bu konulara eğilmesinde önemli bir rol oynayabileceğini kabul etmek gerekir. Türkiye şimdiye dek NATO-AB işbirliğinin yürümediğini, Türkiye’nin bu işbirliği sürecinde devre dışı bırakıldığını ileri sürdü. Artık bu dışlanmadan kurtulmak ve egüdümün sağlanmasında odak ülke haline gelmek gerekiyor. Türkiye’nin önündeki asıl sınamayı da bu rol oluşturuyor.
Türkiye bir yandan Avrupa’nın terör, göç ve mülteci sorunlarından kaynaklanan ırkçılık ve yabancı düşmanlığını etkisizleştirmek, bir yandan da sorunun temeline inerek çözüm arayışlarına katkıda bulunmak zorunda. Bunu başarabilmenin yolu, evrensel değerlere, insan haklarına, temel hak ve özgürlüklere saygı duyan bir yaklaşımı öncelikle kendi sınırları içinde uygulamaktan geçiyor. Ayırımcılık ve kutuplaştırmanın günlük uygulama haline geldiği bir ülkenin Avrupa’ya yapıcı bir katkı sağlaması beklenemez. Avrupa da zaten bunu gördüğü için Türkiye’ye kuşkuyla bakıyor.
Almanya soğuk savaş döneminde Doğu Almanya ile Batı Almanya arasındaki bütünleşmenin barışçı bir yolla gerçekleşmesi için “Ostpolitik” adı altında bir Doğu Politikası izlemiş, bu politikasını da yumuşak güç kullanımına dayandırarak geliştirmişti.
Türkiye’nin de, öncelikle kendi toprakları üzerinden ve içeriden başlamak üzere, tüm Ortadoğu’ya etki edebilecek bir stratejik düşünceyi yeniden kurgulaması, yeniden yapılandırması gerekiyor. Almanca konuşanlar belki buna “Südpolitik” derlerdi. Biz Türkiye’nin kapsamlı bir “Güney Politikası” ihtiyacı olduğunu vurgulamakla yetinelim. Başarılabildiği takdirde, bu politika NATO, AB ve Türkiye bütünlüğünü pekiştirecektir.
Paylaş