Paylaş
29 Mart tarihinde ise Birleşik Krallık Başbakanı Theresa May ülkesinin AB'den çıkışı sürecinin başlatılması için Lizbon Antlaşması'nın 50. maddesini işletmeye yönelik mektubu imzaladı ve Brüksel'e gönderdi. Böylece kuruluşundan altmış yıl sonra AB tarihinde yaşadığı en önemli dönüşüme başlamış oluyor.
Lizbon Antlaşması'nın 50. maddesi üye ülkelerin AB'den ayrılışına ilişkin sürecin nasıl gerçekleşeceğini düzenleyen madde. Taraflar üyelikten çıkış müzakerelerini iki yıl içinde tamamlamak zorundalar.
Bu madde ilk kez yürürlüğe sokuluyor. İki yıl yetmediği takdirde, taraflar aralarında anlaşırlarsa, maddede öngörülen sürenin uzatılması da mümkün. AB-Birleşik Krallık boşanmasının 2019 yılının Nisan ayı başında bitirilip bitirilemeyeceğini zamanı gelince anlayacağız.
Birleşik Krallık AB'nin kurucu üyesi değil. 1973 yılında, bir bakıma birliğin tarihindeki ilk genişleme dalgasıyla birlikte AET üyesi olan bir ülke. O dönemde bu genişlemeye ve Birleşik Krallık'ın üyeliğine en büyük muhalefet Fransa'dan geliyordu. Şimdi ise üç hafta sonra Fransa'da yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimini Ulusal Cephe'nin başkanı Marine Le Pen kazandığı takdirde, o da AB'den ayrılmak için Fransa'da referandum düzenlenmesini önerecek.
Avrupa Birliği fikri 20. Yüzyılda iki büyük dünya savaşını yaşamış olan Avrupa kıtasındaki ulusların bir daha savaşmamak için bir araya gelmek maksadıyla işbirliği üzerinden başlattıkları bir barış projesidir. Aradan geçen altmış yılın sonunda birlik çatırdıyorsa, Avrupa barış projesinde başarısız mı olmuş demektir? AB dağılacak ve Avrupa kendini yeniden savaşın içinde mi bulacaktır?
Bu soruların sorulması bile bazı Avrupalıları yeterince korkutuyor. Son altmış yıl AB'nin ve öngörülen barış projesinin başarılı olduğunu gösterdi. Ancak Avrupa Birliği her ne kadar önemli bir barış projesi idiyse de, önce bir ekonomik birlik olarak başlamış ve siyasi birlik olarak bütünleşmeye doğru aradan geçen altmış yılda adım adım ilerlemişti.
2008 yılında yaşanan dünya finans krizinin etkileri başta Birleşik Krallık olmak üzere birçok ülkede birliğin bu ekonomik boyutunun başarısının sorgulanmasına yol açtı. Brexit kararının alınmasının başlıca nedenlerinden biri olarak da Birleşik Krallık'taki bu sorgulama ve onun yarattığı korku gösteriliyor.
Önümüzdeki iki yıl boyunca bu boşanma davası çetin müzakerelere sahne olacak. Birleşik Krallık, AB ile olan ilişkilerinde uygulamada beğenmediği konularda olabildiğince önemli tavizler koparmaya çalışacak.
Avrupa ise bu tavizleri vermemek konusunda kararlı. Almanya şansölyesi Merkel birliğin "tek pazar" yapısı içinde mal, işgücü, hizmet ve sermayenin serbest dolaşımına zarar verecek hiçbir gelişmeye izin verilmeyeceğini kuvvetli ifadelerle dile getiriyor. Birleşik Krallık Başbakanı Theresa May ise birlikle olan ilişkilerinde "tek pazar" içinde işgücü hariç diğer konulardaki serbest dolaşımın sürmesini sağlamayı umuyor.
Roma'da yapılan zirvenin sonuç bildirisine bakıldığında "gerektiği zaman değişik hız ve yoğunlukta olacak şekilde bir arada ve aynı yöne doğru ilerlemeye devam edeceğiz" ifadesi dikkati çekiyor. Bu da özellikle küçük üyelerin "çok vitesli Avrupa" endişesini körüklüyor.
Avrupa Birliği esasen birçok konuda birbirinden farklı uygulamaları zaten sürdürmekte idi. Örneğin Şengen vizesi birliğin bütün üyeleri tarafından uygulanmıyordu. Avro bölgesinde ise sadece 19 ülke yer alıyordu.
Ancak buna rağmen hedefin tüm bu farklılıkların bir gün ortadan kaldırılması olduğu vurgulanıyordu. Roma'da yapılan zirve sonucunda yayımlanan bildiri Avrupa'nın farklı uygulamaları artık içselleştirmeye ve hazmetmeye doğru yöneldiğini de bir bakıma kanıtlamış oluyor.
Türkiye 1959 yılında, bizde Ortak Pazar olarak bilinen AET'ye ortaklık başvurusunda bulunmuştur. 12 Eylül 1963 tarihinde imzalanan Ankara Anlaşması ile de Türkiye ile AET arasında gümrük birliğini hedefleyen bir ortaklık ilişkisine girilmiştir. Aradan geçen elli yılı aşkın süre zarfında Türkiye gümrük birliğini sağlamış ve tam üyelik için de müzakerelere başlamıştır.
Türkiye-AB ilişkilerinin istendiği hızda ilerlediği söylenemez. Hatta, Türkiye'de kamuoyu AB'nin Türkiye'ye karşı haksızlık yaptığı ve birçok orta ve doğu Avrupa ülkesini üye olarak kabul etmesine rağmen Türkiye'nin üyeliğini sürekli engelleyen ve geciktiren bir tutum izlediğini düşünüyor. Bu düşüncenin haksız olduğunu söylemek de mümkün değil.
Bununla birlikte, "öfke ile kalkan zarar ile oturur" deyişini de hatırlamakta yarar var. Bugün Türkiye'de AB'ye olan kırgınlık ve kızgınlık nedeniyle üyelik müzakerelerine devam edip etmeme konusunda referandum yapılmasından dahi söz edilebiliyor.
AB Avrupa ülkeleri için bir barış projesi olduğu kadar Türkiye için de bir demokratikleşme projesidir. Üyelik müzakereleri de Türkiye'nin AB kriterlerine ulaşmasıyla birlikte çağdaş Avrupa ulusları camiası içinde yerini alabilmesi için devam eden bir süreçtir. Bu süreci tamamlanmadan durdurmak Türkiye'nin demokratikleşmesinin de önüne set çekmek anlamına gelir.
Türkiye'nin tam da bu sırada, Avrupa Birliği geleceğini ararken ve Birleşik Krallık AB'den ayrılırken, geleceğin Avrupa'sı şekillenirken ve AB'nin kendinden ayrılan bir üyesiyle nasıl yeni bir mekanizma kuracağı tartışılırken AB ile ilişkilerini yoğunlaştırması gerekir.
Bu yapılmadığı takdirde, Avrupa kendini bulduğunda Türkiye Avrupa'yı bulamayacak kadar uzak bir yerde kalmış olabilir. Bu da Türkiye'nin sadece demokratikleşmesinin önünü tıkamakla kalmaz, aynı zamanda Türkiye'yi çağın gerisinde bırakır.
Paylaş