Paylaş
Filmleriyle İtalyanlara geniş aile sofraları üzerinden artık çok uzaklarda kalmış değerleri, mutlu birliktelik tablolarını, çatışmaları, acı tatlı an(ı)ları hatırlatan Ferzan Özpetek, sineması itibariyle kariyerinin başlarındaki ‘Hamam’ ve ‘Harem-Suare’ dışında doğduğu topraklara pek uğramadı. Daha ziyade iki Yılmaz’la (Serra ve Cem), buralardan karakterler taşıdı ‘Çizme’ye... ‘İstanbul Kırmızısı’, bu açıdan bir hasretin, belki de daha doğru bir tanımlamayla bir yeniden buluşmanın ifadesi denilebilir.
Önce filmin konusunu kısaca aktaralım: Uzun yıllar Londra’da yaşayan yazar Orhan, ünlü bir yönetmen olan Deniz’in kitabına yardımcı olmak ve editörlüğünü yapmak üzere İstanbul’a geri gelir. Müşterisinin yaşadığı yalıya adım atmasının ardından Orhan, Deniz’in yakın çevresiyle de muhatap olmaya başlar. Çünkü onlar kitapta adı geçen karakterlerdir aynı zamanda. Lakin Deniz’in ortadan kaybolması işlerin seyrini değiştirecektir...
GÖRSELLİK BİRİNCİ SINIF
Özpetek’in yakın bir zaman önce yayımlanan aynı adlı romanından sinemaya uyarladığı ‘İstanbul Kırmızısı’, sanki bir denge üzerine yükseliyor. Ana karakteri Orhan, Deniz’in kaybolmasıyla birlikte kendi için kayıp olan şeyleri (başta ‘aşk’) bulmaya (ya da hatırlamaya) başlıyor.
Film, bir yandan duygularda, öte yandan da asıl olarak İstanbul’un güzelliğinde gezinmeye çalışıyor. Özpetek sinemasında bu kez geniş İtalyan ailesi yerine çökmeye doğru yol alan ‘İstanbul burjuvazisi’nden bir aileyi izliyoruz. ‘İstanbul Kırmızısı’ kâğıt üzerinde iyi bir proje ama sanki iş uygulamaya gelince istediği etkiyi bırakmakta başarılı olamamış. Özpetek’in uzaktan mı ya da yakından mı, bilemiyorum ama baktığı, aradığı, yok olduğuna inandığı İstanbul’la bizim yaşadığımız kent aynı değil gibi. Elbette aynı olması beklenemez lakin karakterler film boyunca öyle kitabi ve ‘buradan uzak’ konuşuyorlar ki, ister istemez filmle sizin gerçekliğiniz arasındaki mesafe büyüyor. Bu durum sanki oyunculuk performanslarına da yansımış, çoğu diyalog karakterlerin ağzından fazla teatral formlarla dökülüyor. Böyle bir tabloda da örneğin öyküdeki bir ayrıntı itibariyle ‘Manchester by the Sea’yle tanıdık kapıları çalan acılar seyirci yüreğimizde benzer etkiyi gerçekleştiremiyor.
Daha da ötesi (kuşkusuz Özpetek’in niyeti bu değildi ama) Cumartesi Anneleri, Kürt sorunu, asker uğurlama törenleri derken Türkiye’den kimi detaylara göz atan ara duraklar da, benzer şekilde etkileyici anlar olmaktan ziyade fon olmanın ötesine gidemiyor.
Bu tabloda oyunculuklar da istenilen etkiden uzakmış hissi yaratıyor. Belki bu noktada küçük bir ara not geçmek lazım: En son ‘Çırak’ta izleyip çok beğendiğimiz Çiğdem Selışık Onat ve kadraja girmesiyle küçücük bir role bile neler katılabileceğini gösteren Zerrin Tekindor’un performansları sanki bir adım önde.
Sonuç? Senaryo ve diyaloglar nedeniyle duygunun seyirciye geçmekte zorlandığı ‘İstanbul Kırmızısı’, sunduğu ‘Yedi tepeli şehrin’ güzel kadrajları ve Gian Filippo Corticelli’nin kamerası sayesinde görselliğiyle öne çıkıyor.
LOGAN
Yönetmen: James Mangold
Oyuncular: Hugh Jackman, Patrick Stewart, Dafne Keen, Boyd Holbrook, Stephen Merchant, Richard E. Grant, Eriq La Salle
ABD yapımı
AİLEYE YERİMİZ VARDIR...
Ve Wolverine sahayı terk ediyor. ‘Logan’, ‘X-Men’ evreninin en önemli parçası olan karakterin son dönemlerine, Profesör Xavier eşliğinde bakıyor. James Mangold imzasını taşıyan yapım, western’e selam yollarken yaşlılık, aile, yeni nesil arayışı gibi temalarda geziniyor. Film, Hugh Jackman’ın da seriye vedası anlamına geliyor.
Evet, ‘X-Men’ evreninin takımdan ayrı düz koşu mantığındaki serisi ‘Wolverine’de perde, ‘Logan’la kapanıyor. Bu yan rotanın üçüncü adımı niteliğindeki filmin öyküsü gelecekte, 2029’da biçimleniyor. Hoş, her ne kadar zaman dilimi az biraz uzak yıllar olsa da görüntüdeki farklılık sadece şoförsüz kamyonlar tasarımında kıyıya vuruyor. Otoyollarda vızır vızır gidip gelen bu araçların dışında her şey bildiğimiz gibi...
Peki ‘Logan’ ne anlatıyor? Hemen özetleyelim. Mutant’ların azaldığı bir ortamda iyileşme gücünü giderek kaybeden Logan, limuzin şoförlüğü yaparak hayatını kazanırken bir yandan da ‘albino mutant’ Caliban’la birlikte metruk bir yerde, iyice yaşlanan Profesör Charles Xavier’e bakmaktadır. Bir cenaze töreni esnasında kendisinden yardım isteyen Meksikalı bir kadın, onu Laura adlı küçük bir kız vasıtasıyla uzak durduğu eski günlerin aksiyon dolu ortamına çekecektir.
Meslek hayatının ilk aşamalarında çektiği ‘Heavy’ ve ‘Cope Land’ gibi iki çizgi üstü filmle hatırladığımız (daha sonra filmografisi içinde ‘Identity’, ‘Walk the Line’, ‘3:10 Yuma Treni’ gibi yapımları da izlemiştik) James Mangold’un imzasını taşıyan ‘Logan’, bu tür ‘özel kahramanlı’ filmlerde pek de alışık olmadığımız ‘duyarlılıklar’ üzerinden ilerliyor. Öykü temel olarak yaşlılık, hayata tutunma çabaları, ölümle hesaplaşma ve gelecek nesilden bayrağı teslim edecek doğru kişileri bulma uğraşı üzerinde biçimlenen bir yapıya sahip. Senaryosunu Mangold’un yanı sıra Scott Frank ve Mic-
hael Green’in kaleme aldığı yapım, aslında genel çerçevesi itibariyle yollarda geçen western’lere benziyor. Zaten filmin bir yerinde yaşlı Profesör’le minik Laura, bir otel odasında ünlü klasik ‘Shane’i (bizde ‘Vadiler Aslanı’ diye bilinir) izliyor. Ve daha sonrasında anlıyoruz ki ‘Logan’, ana kahraman üzerinden ‘Shane’in ana karakteriyle (Alan Ladd oynuyordu) paralellik kurmaya ve göndermelerde bulunmaya çabalıyor. Keza Logan, Profesör ve Laura’nın, peşindeki kötü adamlardan kaçma çabası western tadı kadar ‘Mad Max’ esintisi de barındırıyor. Ama öykünün asıl hatırlattığı filmler, Alfonso Cuarón’un ‘Children of Men’i ve Jeff Nichols’ın ‘Midnight Special’ı...
LOGAN KAÇAR...
Öte yandan Mengele’vari bir doktor tarafından yaratılan ve ‘Ari ırk’ havası taşıyan çocuklara ilişkin işlemlerin Meksika’daki bir merkezde gerçekleştirilmesi, daha sonra ‘kaçak’ konuma düşen bu spiritüel yeteneklere sahip ‘mutant’vari miniklerin Kuzey Dakota’da, Kanada sınırına yakın bir yerde saklanmaları ve geleceklerini sınırı geçerek kurmaya çabalamaları, öyküye Trump’a ilişkin göndermeler katıyor gibi. Filmin en güzel yanları ise Xavier’le Logan’ın baba-oğul tadında ilişkisi ve ekibe sonradan katılan Laura’yla birlikte tamamlanan ‘mutlu aile tablosu’. Keza yaşlı Profesör’ün meseleyi “Hayat böyle rutinlerle güzel” demeye getirmesi ve Logan’a aile özlemini hatırlatması da filmin satır aralarından sızan ‘kıssadan hisse’lerinden. Lakin Logan, ‘Wolverine’ serisinin ilk filmi ‘X-Men Origins: Wolverine’de anaokulu öğretmeni Kayla’yla gül gibi yaşarken sevgilinin öldürülmesi üzerine elini tekrar kana buluyordu. Keza Magneto da ‘X-Men: Apocalypse’te Polonya’da mutlu-mesutken karısı ve kızının öldürülmesiyle gücün karanlık tarafına geçiyordu. Yani bu serinin kahramanları aile olmayı denediler ama kader, onlara bu mutluluğu fazla gördü!
Oyunculuklara gelince: Hugh Jackson, kariyerindeki en uzun soluklu karaktere bu filmle veda ederken yine kâh pençeleri kâh öfkesiyle Wolverine’i hatırlatıyor, öte yandan hayat yolunda bitap düşmenin portresini de gayet iyi çiziyor. Keza Pat-
rick Stewart da Charles Xavier’de klas bir performans sergiliyor. Minik Laura’da ise Dafne Keen özellikle öfke patlamalarında çok iyi.
Bu arada yönetmen Mangold’un, geçmişte hayatını anlattığı (‘Walk the Line’) Johnny Cash’in ‘Hurt’üne Logan’ın soundrack’inde yer vermesi çok zarif bir hareket olmuş.
Sonuç? ‘Logan’, ‘Wolverine’e yakışır bir ‘veda sonatı’, kaçırmayın derim...
ALT TARAFI DÜNYANIN SONU
Yönetmen: Xavier Dolan
Oyuncular: Gaspard Ulliel, Marion Cotillard, Vincent Cassel, Lea Seydoux, Natalie Baye, Teodore Pellerin
Kanada-Fransa ortak yapımı
BU DÜNYADAN GİDER OLDUM...
12 yıldır evden uzakta genç bir yazar... Ailesiyle yeniden buluşmaya karar veriyor. Bu, aynı zamanda kendi ölümcül hastalığının açıklanması anlamına gelen bir randevu. Lakin aile, yani anne, kız kardeş, abi ve topluluğa sonradan dahil olan eşi geçmişin kızgın uzantılarıyla o kadar meşgul ki, eski hesaplaşmalardan günümüze gelmek çok zor oluyor.
Kanada sinemasının son dönemde çıkardığı dikkat çekici isimlerden Xavier Dolan, ‘Alt Tarafı Dünyanın Sonu’nda (‘Juste la fin du monde’) 1995’te, 38 yaşında AIDS’ten hayatını kaybeden tiyatro yazarı Jean-Luc Lagarce’ın bir oyununu sinemaya uyarlamış. Film, kuşkusuz ele alındığı kaynağın özelliklerini, yani bir tiyatro oyunu olmanın hissiyatını yansıtıyor. Dolan, meseleyi sinemalaştırırken birçok sahnede ana karakterlerin yüzlerine odaklanıyor ve onların sevinç ve üzüntülerinden ama daha çok öfkelerinden filmine hareket kazandırıyor. Dolan, ‘Alt Tarafı Dünyanın Sonu’nda sanki François Ozon sinemasına yakın olmak istemiş ama bunu pek de başaramamış gibi geldi.
DİĞER SEÇENEKLER
‘Reis’
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın hayatından ve siyasal mücadelesinden kesitler aktaran ‘Reis’, Hüdaverdi Yavuz’un imzasını taşıyor. Filmin oyuncu kadrosunda Reha Beyoğlu, Özlem Balcı, Ercan Demirel ile Işık Yıldız gibi isimler yer alıyor. ‘The Founder’ı John Lee Hancock yönetmiş, oyuncular Michael Keaton, Nick Offerman ve John Carroll Lynch. Doğan Can Anafarta’nın yönettiği ‘Biz Size Döneriz’in başrollerinde Hande Soral, Çağlar Ertuğrul, Fırat Albayram ve Bestemsu Özdemir’i izliyoruz. ‘Yağmurlarda Yıkansam’ın kadrosunda Derin İnce, Müge Ulusoy, Yeliz Tozan ve Engin Benli gibi isimler var. Yönetmen Gülten Taranç.
‘The Founder’
Paylaş