Paylaş
Eğer oyunu milli takımlar düzeyinde yalnızca Türkiye gözünden görüyorsanız, birkaç kuşak için söylüyorum, başka şansınız yok... Amma velâkin futbol denen bu tutku o denli geniş ve çoktan seçmeli bir yapı ki, tek bir sevgiliye bağlı kalmanıza, koca bir ömrü böyle geçirmenize asla ve asla izin vermiyor (en azından bana vermedi). Zaten kuşağımın şöyle bir avantajı (!) vardı, gözümüzü açtığımızda kırmızı beyazlılar hiçbir uluslararası arenada yoktu. Mesela ben 1973-73 sezonunda sevdalandım bu oyuna, Dünya Kupası 74, 78, 82, 86, 90, 94, 98; hiçbirinde Türkiye yoktu. Gelelim işin Avrupa Şampiyonası boyutuna, 76, 80, 84, 88, 92, yine pistler pas geçildi (Euro 96’yı ise yerinde izlemiştim, üç maçta karşı ağları havalandıramayan ve kalesinde beş gol görüp evine sıfır çekerek dönen bir Türkiye vardı ama turnuva çok güzeldi, İngiltere ve özellikle de Londra)...
İLK KUPA, İLK AYLAR
Yani şunu söylemek istiyorum, biz bu sevdaya Türkiye’siz tutulmuştuk ve gönül bahçemizden başta Hollanda olmak üzere sayısız takım ve oyuncu geçti. İlk kez 2002’de bu sahnenin parçasıydık ve benim basın serüvenimde, bir spor servisindeki ilk aylarımdı. Futbol evreninin kalbi Japonya-Güney Kore hattında atarken biz de Radikal Spor Servisi olarak sabahın köründe gazeteye gelir, gün boyu üç ayrı saatte oynanan maçlarla kupayı sayfalarımıza yansıtırdık. Türkiye’nin gruptaki ilk maçı olan Brezilya randevusu öncesi ‘Yazla kış, dünle bugün buluşuyor’ başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Derdim şuydu; yerel futbol kahramanlarımız yaz aylarında düzenlenen bu büyük turnuvalarda boy gösteremediği için onlar benim kuşağım için ‘Kışlık kahramanlar’dı. ‘Dünya Kupası’ demek de bir anlamda çocukluğumun futbol tutkusunun en temel ifadesiydi. Bu durumda Türkiye-Brezilya maçı geçmiş ve şimdiki zamanın buluşmasıydı adeta. Naçizane bu yazıyı şu cümlelerle sonlandırmıştım: “3 Haziran’daki bu randevunun asıl anlamı burada zaten. Sadece Brezilya’yla Türkiye karşı karşıya gelmeyecek, yıllar öncesinde kalan küçük bedenimiz ve ruhumuz, büyüklüğümüzle buluşacak o gün... Ve seremoninin asıl konukları geçmişimiz ile bugünümüz olacak... Klişe bir çağrıyla bitirelim: Bu mutlu günümüzde sizleri de aramızda görmekten kıvanç duyacağız...”
GÖNÜL KAPIMIZ AÇIK
12 Haziran’da Brezilya’da start alacak 2014 Dünya Kupası’nda, geleneksel olduğu üzere yine Türkiye yok (Hoş olsaydı da benim için fark etmezdi, başka sevdalara uzanırdım). Dolayısıyla gönül kapılarımız sonuna kadar açık. Kimimiz Brezilya’ya, kimimiz Hollanda’ya, kimimiz Arjantin’e, kimimiz İspanya’ya, kimimiz Almanya’ya, kimimiz Fransa’ya, kimimiz İtalya’ya yakın duracağız. Bosna Hersek’e, Fildişi Sahili’ne, Belçika’ya, İran’a, Cezayir’e, Gana’ya, Nijerya’ya, Gana’ya, Japonya’ya gönlümüzün mütemadiyen ya da ara ara kaydığı dönemler olacak. Belki de Avustralya’ya, Kosta Rika’ya, Ekvator’a sempati besleyecek, futbolda her daim ‘mazlum’ gözüken ABD’yi bile destekler duruma gelecek anlar yaşayacağız... Sözün özü güzel bir festivalin bizi beklediğini umuyorum. Ama öte yandan düzenlendiği ülkede azımsanmayacak bir çoğunluğun da organizasyonuna sıcak bakmadığını biliyorum. Ve haklı olduklarını da düşünüyorum. Neyse bu başka bir yazı konusu...
Bir de hatırlatmada bulunayım, bence bu ülke tarihinde kupa hakkındaki en iyi kitap 2002’de İletişim Yayınları’ndan çıkmıştı. İsmi ‘Dünya Kupası’ olan bu çalışmada tam 46 kişinin geride kalan organizasyonlara ilişkin yazıları vardı. İşin teorik ve hatıra kısmına vâkıf olmak isteyenler için hâlâ çok şey vaat eden bu çalışmaya, okumayı da seven futbolseverlerin göz atmasını öneririm.
Paylaş