Paylaş
Böylesi bir genel tabloda yeteneklerine çok daha önceden vâkıf olduğumuz, sınırlarının eriştiği yerleri bildiğimiz ve takdir ettiğimiz isimlerin her yeni projesi, aynı zamanda sinema adına yeni bir umut ışığı oluyor. Ata Demirer, az sayıda üyesi olduğuna inandığım bir tür özel yetenekler kulübünün sabit isimlerinden ve sinemadaki her yeni adımı, heyecan yaratıyor. Lakin bir önceki filmi ‘Niyazi Gül Dörtnala’, komedi yüklü sahneleri bakımından ortalamanın üstünde olsa da genel çizgileri itibariyle bekleneni veremeyen bir hamleydi. Demirer, şimdi de yeni filmi ‘Olanlar Oldu’yla huzurlarımızda.
Ege’nin kıyı kasabalarından birinde yaşayan Döndü’yle, mürüvvetini görmek istediği oğlu Zafer’in hayatı etrafında biçimlenen yapım, bütün Demirer filmleri gibi yönetmen olarak Hakan Algül imzasını taşıyor.
‘Olanlar Oldu’ Demirer filmografisi içindeki farklı bir yeri tarif ediyor; o da şu sanırım: Komedi görünümlü aşk filmi. (‘Romantik komedi’den farklı olarak diyelim!) Evet, benzer bir refleks elbette önceki filmlerinde de vardı ama öykü komedi ağırlıklı ilerliyor, aşk ise bir çeşni olarak önümüze geliyordu. Bu kez hikâye bayağı bir romantizme yelken (elbette kaptan olarak çalışan Zafer’in mütevazı tur teknesi eşliğinde!) açıyor. Lakin bu yeni format da, ‘Niyazi Gül Dörtnala’vari bir çizginin ötesine gidemiyor. Evet, Demirer’in sulu zırtlaklıktan uzak, kabalığa prim vermeyen, naif, Trakya ve Ege’nin yerel tatlarıyla süslü, bazen durum komedilerinden bazen de taklitlerden beslenen üslubu yine karşımızda ama ortaya çıkan yapıtın ne yazık ki sanatçının geçmiş işlerinden bir adım geride olduğunu belirtmek durumundayız.
TUVANA TÜRKAY SAMİMİ VE SEMPATİK
Malum, komedide öykü bazen çok önem arz etmez; çünkü bazen takım oyunu, bazen de tek bir yıldızın ışıltısı her şeyi halleder. ‘Olanlar Oldu’nun sorunu ise galiba komedi adına çok da güldürmeyen kimi sahneleri ve Döndü karakteri. Ata Demirer’in Döndü ve Zafer’i canlandırdığı filmde, sıra fiziksel olarak hafiften ‘Big Momma’s House’daki tiplemeyi hatırlatan anneye geldiğinde tempo ve akış sekteye uğruyor gibi. Sanki bu yapımın kadrosunda ‘Demirer filmleri’nin olmazsa olmazlarından Demet Akbağ yok, bu yüzden de Demirer, Akbağ’ın yokluğunu doldurmak üzere kademeye girmiş ama bu durum, oyun planını aksatmış gibi.
Oyunculuklara göz atarsak; Demirer (elbette ki Zafer rolündeki performansıyla) ve Renan Bilek gayet iyiler. Tuvana Türkay da Aslı karakterinde samimi ve sempatik.
Demirer’in, birkaç yıldır süren ve ‘Ata Demirer Gazinosu’ adı altında sunduğu enfes bir sahne şovu var. Bu şov esnasında ondaki potansiyele hayran olmamanız mümkün değil, dolayısıyla iş sinemaya gelince benzer bir çizgiyi (ya da başarıyı) perdede de bekliyorsunuz. ‘Olanlar Oldu’yu ‘Demirer filmografisi’nde romantizme fazla göz kırpmanın ilk adımı olarak kabul edelim ve daha iyi işleri imza atacağına olan inancımız eşliğinde “Önümüzdeki maçlara bakalım” diyelim.
OLANLAR OLDU
Yönetmen: Hakan Algül
Oyuncular: Ata Demirer, Tuvana Türkay, Salih Kalyon, Ülkü Duru, Seda Güven, Renan Bilek, Toprak Sergen
Türkiye yapımı
BU ‘FİRST LADY’ OSCAR’A GİDER…
‘Jackie’, Amerikan siyasi tarihinin en acılı sayfalarından birinde geziniyor. Film, kocası John F. Kennedy suikasta kurban giden ‘First Lady’ Jacqueline Kennedy’nin cinayet sonrası yaşadığı kâbus dolu süreçten pasajlar sunuyor. Natalie Portman, ‘Oscar’lık performansıyla filme damga vuruyor.
Jacqueline Kennedy, kuşkusuz şimdiki kuşaklar için tarih öncesi bir figür. Belli bir yaşın üzerindekiler açısından da iki farklı hayatın ifadesi; önce ‘First Lady’, sonra da dünyanın bir zamanlar en zengin adamı kabul edilen İzmir doğumlu Yunanlı armatör Onasis’in eşi olarak... Şilili yönetmen Pablo Larrain, son filmi ‘Jackie’de işte bu ilginç karakterin, ‘First Lady’liğe veda ettiği dönemin başlangıcına odaklanıyor ve bir anlamda Amerikan siyasi hayatının en önemli siyasi cinayetlerinden birinin gerçekleştiği esnada yaşananları da perdeye taşıyor. Larrain, 2016 yılı boyunca çektiği iki filmin kahramanlarını tarihten ödünç almıştı. ‘Jackie’ de, tıpkı ‘Neruda’ gibi bilinen anlamında biyografik özelliklere sahip bir çalışma değil.
‘Tony Monero’, ‘No’, ‘El Club’ gibi filmlerin yaratıcısı bu son adımında, kocasını gözlerinin önünde gerçekleşen bir suikastta kaybeden bir kadının hem ayakta durma çabalarına hem düzenlenecek cenaze törenini yönlendirme kaygılarına hem de sonraki hayatını nasıl çizeceğine dair kuşkularına dikkat çekiyor. ‘Jackie’, birkaç koldan ilerliyor. Bir yanda John F. Kennedy cinayetinin ardından bir gazeteciyle samimi duygularını aktarmak üzere söyleşi veren Jacqueline Kennedy’yi izliyoruz (Gerçekte ‘First Lady’, cinayetten bir hafta sonra gazeteci-yazar Theodore H. White’a Life dergisi için yaklaşık dört saat süren bir röportaj vermiş. Filmde ismi açıklanmayan ama White’a refere edilen bir gazeteci var.) Öte yandan film zaman zaman, -suikastın gerçekleştirildiği 22 Kasım 1963’ten yaklaşık bir buçuk yıl önce CBS Televizyonu’nda gösterilen- Jackie’nin Beyaz Saray’a ne türden dokunuşlar yaptığını anlatan bir programın görüntülerinde geziniyor. Ve nihayetinde tıpkı eşi gibi bir suikaste kurban giden Abraham Lincoln’e yapılan ve veda niteliği taşıyan bir törenin benzerini gerçekleştirmek için uğraş veren acılı ama metanetli bir eşin çabalarını gözlüyoruz.
Senaryosunu Noah Oppenheim’ın kaleme aldığı ‘Jackie’de Larrain, bazı anları itibariyle gerilim filmlerini hatırlatan bir atmosfer kurmuş. Ayrıca bu atmosferin yaratılmasına katkıda bulunan Mica Levi’nin müziği de çok etkileyici. Öykünün bize sunduğu karakterde ise kontrollü, takıntılı, yer yer şaşkın, yer yer sakin ve ne yaptığını bilen bir profil görüyoruz. Larrain böylesi bir portreyi seyircisiyle bazen son derece estetik, bazen de son derece ürkütücü kadrajlar eşliğinde buluştururken metin olarak kulak vermeye değer bir film de izliyoruz.
LINCOLN’ÜN HAYALETİ
Jacqueline Kennedy’nin özellikle bir rahiple (tıpkı gazeteci gibi o da isimsiz) konuşmaları ve kendi hayatı üzerinden Tanrı’yı sorguladığı bölümler çok etkileyici. Öte yandan, John F. Kennedy figürünün üzerinde bir hayalet gibi dolaşan Abraham Lincoln’e ilişkin de birçok gönderme var filmde. Ki bu konudaki kilit sahnede Jackie, kocasının cenazesini bir ambulansla Beyaz Saray’a getirirken şoför ve hemşireye James Garfield ve William McKinley’in kim olduğunu bilip bilmediklerini soruyor. Tanımadıklarına dair aldığı cevabın arkasından Lincoln’ü hatırlatıyor. Garfield ve McKinley, Amerikan tarihinin suikasta uğramış diğer iki başkanı; bu noktadan hareketle Jackie, kocasının bir ulusun zihnine derinden yerleşmesi için daha fazla gayret gösteriyor. Bir başka kilit sahnede ise John F. Kennedy’nin kardeşi Robert, ağabeyinin yaklaşık iki yıl süren başkanlığı döneminde kayda değer hiçbir iz bırakamadığını, kimi önemli hamlelerinin ise yerine geçen Lyndon B. Johnson’ın hanesine yazılacağını düşünüyor.Bu arada Jackie’nin, kocasının cansız cesedini bir limuzinin arkasında kucakladığı sahne de unutulmazdı.
Ya performanslar? Jacqueline Kennedy’de Natalie Portman müthiş oynuyor. Muhtemelen Oscar’ın ‘En İyi Kadın Oyuncu’ dalındaki öncelikli favorisi olacak. Ama canlandırdığı karakterin, kendi yaşındaki dönemini perdeye taşımasına rağmen o çocuksu yapısıyla sanki Jacqueline Kennedy’yi değil de bağımsız bir portreyi önümüze atıyor gibi. Robert Kennedy’de Peter Sarsgaard, gazetecide Billy Crudup, sekreter Nancy Tuckerman’da Greta Gerwig ve de özellikle rahipte John Hurt çok iyi.
‘Kral Arthur efsanesi’ndeki kalenin, yani Camelot’ın da John F. Kennedy üzerinden ‘Beyaz Saray’a ait bir metafor olarak dillendirildiği film, bana kalırsa Larrain’ın diğer yapıtları açısından daha alt perdede seyrediyor. Ama ayrıntıları ve genel çerçevesi itibariyle kayıtsız kalınamayacak bir yapım olmuş.
JACKIE
Yönetmen: Pablo Larrain
Oyuncular: Natalie Portman, Billy Crudup, Peter Sarsgaard, Greta Gerwig, John Hurt, Richard E. Grant, Caspar Phillipson, John Carroll Lynch
Şili-Fransa-ABD ortak yapımı
DİĞER SEÇENEKLER
Haftanın diğer seçeneklerine gelince: John Hamburg’un yönettiği ‘Bu da Nerden Çıktı?’da (‘Why Him?’) Zoey Deutch, Bryan Cranston, James Franco ve Tangie Ambrose rol alıyor. Perdeler, ‘Sömestr dönemi’ni üç animasyonla karşılıyor. Ron Clements ve John Musker’ın yönettiği ‘Moana’, Hüseyin Emre Konyalı’nın imzasını taşıyan ‘yerli’ üretim ‘Pepee: Birlik Zamanı’ ve Fransız yapımı ‘Minik Kahramanlar Macera Peşinde’ (‘Les Ilusianautas’). Bu filmin yönetmeni ise Eduardo Schuldt. Başrollerinde Afra Saraçoğlu, Tolga Sarıtaş, Sarp Akkaya ve Tülin Özen gibi isimleri izlediğimiz ‘Kötü Çocuk’ ise çok tutmuş gençlik serisinin sinemadaki ilk yansıması. Film yönetmen olarak Yağız Alp Akaydın’ın imzasını taşıyor.
Paylaş