Paylaş
Her şey çatışmanın eseridir.” Batı felsefe tarihinde ilk kez sahaya sistemi süren filozof unvanına sahip Heraklitos, meseleyi kısaca böyle özetlemişti. Modern zamanlarda bu ifadelerin kendisine vücut bulduğu öncelikle alan galiba spor... Hemen kısa bir yolculuğa çıkalım: Sebastian Coe-Steve Ovett, Lassa Viren-Mirus Yifter, Carl Lewis-Ben Jonhson, Sara Simeoni-Ulrike Meyfarth, Kobe-LeBron, Messi-Ronaldo, yetmedi takımlar üzerinden gidelim; Boca-River, Barça-Real, Celtic-Rangers, Galatasaray-Fenerbahçe, Karşıyaka-Göztepe, Lakers-Celtics... Olmadı satranca uzanalım:
Karpov-Kasparov...
Belki de zaten tanımında yeterince mücadele ve çekişme olan tüm bu disiplinleri, daha da rekabetçi, daha da izlenir ve sevilir kılan unsurlar, sanırım ‘Karşıtların birlikte yarattığı uyum’a benzer bir tabloya kapı aralaması... Mesela ben Formula 1’i de Schumi-Hakkinen rekabetiyle sevmiş ve Finli pilot sahneden çekilince, ‘Almanlar yenilince biz de yenilmiş’ sayıldık’ misali bu spora olan ilgimi kaybetmiştim.
Kuşkusuz ilgimdeki asıl mesele rekabet değil, adam tutmaktı ama galiba Hakkinen’i besleyen ve özel kılan temel unsur da Schumi’nin varlığıydı.
Gelelim asıl meselemize. Bu cumadan itibaren bence hem spor hem de hayat üzerine iri laflara soyunmadan kendisini ifade edebilen son derece güzel bir film salonlarımıza uğrayacak:
‘Rush’ (Zafere Hücum). 70’lerde sadık bir okuru olduğum Doğan Kardeş, arabasıyla bir posterini vermişti. Sonra hayal meyal bir kaza geçirdiğini hatırlıyorum. Peşi sıra 90’ların sonunda ben Formula’ya ilgi duymaya başlamışken Alman televizyonlarında yorumcu olarak rastladım kendisine. Evet, bir zamanların şampiyonu Avusturyalı pilot Niki Lauda’dan bahsediyorum. Ron Howard imzalı ‘Rush’, 70’lerin ortasında Lauda’nın yanı sıra Avusturyalıyla kıyasıya bir mücadeleye giren İngiliz James Hunt’ın öykülerini birlikte anlatıyor. Film kuşkusuz biyografik limanlara da uğruyor ama asıl olarak iki ayrı tipolojinin, iki farklı spor mantığının ama ondan öte iki farklı hayat felsefesinin perdedeki yansıması.
BEST VE MARADONA’NIN UZAK AKRABASI
LAUDA belki de ‘Germen’ kökenleri itibarıyla fazla disiplinli, fazla kuralcı, fazla bürokratik, Hunt ise kabına sığmaz, kural tanımaz, günü gününe yaşayan bir karakter. ‘Rush’ bu iki uçta salınan iki farklı değeri bize anlatırken arka planına günümüz spor endüstrisinin (öykü 70’lerde geçse de dertler bugünden farklı değil) asıl meselelerini de yerleştirmeyi başarıyor.
Ben açık söylemek gerekirse Hunt karakterinde George Best’ten, hatta Diego Armando Maradona’dan esintiler buldum. Sanki İngiliz pilot, futbolun bu iki aykırı karakteriyle kan bağına sahipmiş gibime geldi. Yönetmen Ron Howard’ı sinemaseverler ‘Apollo 13’, ‘Akıl Oyunları’ (ünlü matematikçi John Nash’in hayatını anlatıyordu film), ‘Da Vinci Şifresi’ gibi filmlerden hatırlayabilir. Bence ‘Rush’ Howard’ın ‘Frost/Nixon’la birlikte son dönemlerdeki en iyi işi. Biliyorum dünden itibaren gündem Real Madrid maçına endeksli. Bulutlar dağılır dağılmaz ilk işiniz bu film için salonun yolunu tutmak olsun. Spor odaklı filmler (özellikle de futbolla ilgili olanlar) genelde öyküye es geçip işin görsel yanına ve ambalajına yüklenirler. ‘Rush’ spor ve içerik anlamında tutarlı ve başarılı bir yapım, kaçırmayın derim.
Paylaş