Paylaş
Yıl 1978... Bir ‘kitap kurdu’ görünümündeki Maurizio, bir parti sırasında tanıştığı ve Elizabeth Taylor’a benzettiği Patrizia’nın hayatına dahil olma hamlelerine karşı koyamaz ve onunla çıkmaya başlar. Genç adam ünlü moda markasını yaratan ‘Gucci Ailesi’nin bir üyesidir. Sevgilisini babası Rodolfo’yla tanıştırır. Eşinin vefatından sonra bir tür inzivaya çekilen bu aktör eskisi, burjuva oğlunun olası bir evliliğine set çeker. Bu Maurizo için bir başkaldırı nedenidir. Babasından uzaklaşır ve farklı denizlere yelken açar. Yeni denkleme bir şekilde New York’taki amca Aldo Gucci de dahil olur.
Birkaç hafta önce ‘Son Düello’sunu izlediğimiz emektar Ridley Scott bu kez de gerçek bir hikâyeden esinlenerek çektiği ‘Gucci Ailesi’yle (House of Gucci) huzurlarımızda. 84 yaşında hâlâ üst düzeyde yapıtlar ortaya koymaya devam eden İngiliz usta bu son filminde hem yakın tarihten trajik bir öykü naklediyor hem de insanlık hallerine dair hatırlatmalarda bulunuyor.
‘BABA’ ESİNTİLERİ...
‘Gucci Ailesi’ni temel olarak hırslarıyla ait olmadığı sularda ilerlemek isteyen ve kendisine çizilen sınırları geçerek daha da uç noktalara ulaşmaya çabalayan bir kadının yaşadıkları olarak algılamak mümkün. Öte yandan bu aynı zamanda moda dünyasına ait kimi gerçekleri, ayrıntıları, iş ilişkilerini, rekabeti, yeteneğin önemini, sermayenin dönüşümünü ‘The Godfather’ (Baba) esintileriyle sunan bir yapım. Sara Gay Forden’in kitabı ‘The House of Gucci: A Sensational Story of Murder, Madness, Glamour and Greed’den Becky Johnson ve Roberto Bentivegna’nın senaryosuyla perdeye taşınan bu çalışmada metin, ailenin neredeyse bütün bireylerine uğramış ve altı dolu karakterler sunmuş. Rodolfo’nun elitizmine karşın Aldo’nun pragmatizmi, New York’ta semt pazarlarında satılan sahte Gucci ürünlerine ilişkin “Ne var, orta sınıf kadınları da zenginlerle aynı çantaya sahip olduklarını düşünsünler” yaklaşımı, oğlu Paolo’nun beceriksizliğine ve yeteneksizliğine rağmen moda tasarımı alanındaki ısrarı vs. öykünün gezindiği ilginç duraklar...
Kocanın ondaki aşırı hırsı, sahiplenmeyi ve gözünü karartmış bir şekilde ipleri alma çabasını hissetmesiyle birlikte ondan uzaklaşması ve eski aşkı Paola Franchi’ye dönmesiyle birlikte başlayan intikam süreci bu hikâyenin en önemli virajı... Burada Patrizia’nın ‘akıl hocası’ falcı Pina da devreye giriyor ve büyük bir trajedinin kapısı aralanıyor.
Lady Gaga’nın Patrizia Reggiani’yi bütün hasetleriyle başarılı bir şekilde canlandırdığı filmde Adam Driver da Maurizio Gucci’ye hayat veriyor. Son dönemin yükselen yıldızı, fiziksel olarak yer yer Yves Saint Laurent’ı ama daha çok Orhan Pamuk’u andırıyor. Al Pacino, Aldo Gucci’de muhteşem, Jared Leto’yu da Paolo Gucci’de tanımak mümkün değil. Özetle kulak kabartılacak bir hanedan öyküsünü akıcı ve ilgiye değer bir yönetmenlik kumaşıyla anlatıyor ‘Gucci Ailesi’, kaçırmayın derim.
KOMÜNİZM GELMEDEN HEYKELİ GELİRSE
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ‘işlevini’ kaybeden bir Lenin heykeli, denizyoluyla Karadeniz’deki bir sahil kasabasına vurur. Yörenin tarihi içinde ilginç görünen vaka, giderek çözümü zor bir sarmala dönüşür. Derken devreye Rusya’ya yakınlaşma isteğinde olan siyaset erki girer. Lakin heykel ‘resmi’ açılışı yapılmadan hemen önce kaybolmuştur. Duruma Ankara’dan gelen iki üst düzey polis memuru el koyar ve soruşturma başlatır…
Tufan Taştan’ın ilk uzun metrajı ‘Sen Ben Lenin’, 1990’ların başında turistik Akçakoca ilçesinde kıyıya vuran ve sonrasında kaderi konusunda gelgitler yaşanan vakadan yola çıkarak çekilen bir politik komedi. ‘Biri sinirli, diğeri takıntılı’ iki görevlinin kayıp heykelin izini sürme çabasına odaklanan yapım, aslında sorgu sürecinde ifade veren yöre insanları üzerinden de genel bir Türkiye tasvirine soyunuyor. Senaryosunu Taştan’ın Barış Bıçakçı’yla birlikte kaleme aldığı filmde ‘eski tüfek’ komünistler, umudu her daim yeşertmeye çalışan ‘solcular’, heykeli yok etmeye çalışan sağcılar, apolitik takılıp heykel vasıtasıyla turist çekmeye çalışan belediye başkanı, eşini ‘faili meçhul’ olarak devlete kaptırmış eş; hepsi genel çerçevenin içinde yer alan unsurlar olarak öne çıkıyor.
Tek bir mekânda geçen ama teatrallik hissinden kurtulmayı başaran çalışmada sorgunun gerçekleştirildiği salonun denize bakan penceresinde beliren ve ‘takıntılı’ polis memuruna görünen kâğıttan gemi, gelinlik, idam ipi, Lenin büstleri gibi nesneler de ‘toplumsal hafıza’nın yansımaları türünden metaforlar olarak karşımıza çıkıyor. Oyunculuk cephesinde asıl yükü Barış Falay ve Saygın Soysal’ın üstlendiği ‘Sen Ben Lenin’de yerel halktan portreler sunan isimler de sorgu sahnelerindeki ‘az ama öz’ performanslarıyla dikkat çekiyorlar.
İNTİKAM AKSİYONLA YENEN BİR YEMEKTİR…
Guy Ritchie, son çalışması ‘İntikam Vakti’nde (Wrath of Man) kendisini şöhrete kavuşturan ‘Lock, Stock and Two Smoke Barrels’ ve ‘Snatch’te birlikte çalıştığı, son olarak da 2005 yapımı ‘Revolver’ın kadrosunda da yer alan Jason Statham’la bir kez daha yollarını birleştiriyor. Bir intikam teması etrafında gelişen filme, soygun sahneleri eşliğinde sunulan pür aksiyon hâkim. 2004 tarihli Fransız filmi ‘Le Convoyeur’un yeniden çevrimi olan ‘İntikam Vakti’ hafiften Michael Mann klasiği ‘Heat’ten de esintiler sunmaya çalışıyor ve anlatım olarak sıkça geri dönüşlere başvuruyor.. Son olarak Ritchie-Statham ikilisinin bir sonraki filmleri ‘Operation Fortune: Ruse de guerre’in Antalya’da çekildiğini ve seneye vizyona gireceğini belirteyim…
DİĞER SEÇENEKLER…
Simon Barrett imzalı ‘Seans’ın (Seance) başrollerinde Suki Waterhouse, Madisen Beaty ve Inanna Sarkis gibi isimler var. ‘İstanbul Bahçesi’ni (Rauberhande, Stambul Garden) İlker Çatak yönetmiş. ‘Şeytanın Bilinmeyen Hikâyesi’ (The Good Things Devils Do) Jess Norvisgaard imzasını taşıyor. Fransız yapımı ‘Aslan Yürek’in (Le Lion) yönetmeni Ludovic Colbeau-Justin. Haftanın yerli yapımları ise ‘Aylak Takımı’ (Yön: Can Sarcan) ve ‘Azra’ (Yön: Beyza Şenel). Animasyon seçeneklerinden ‘Enkanto: Sihirli Dünya’yı (‘Encanto’) Jared Bush, Byron Howard ve Charise Castro Smith üçlüsü, ‘My Hero Academia The Movie: World Hereos’ Mission’ı Kenji Nagasaki yönetmiş.
Paylaş