Paylaş
Hoş bu ifade biçiminin kökeninde kuşkusuz bu iki La Liga devinin maçlarına NTV Spor gibi açık bir kanaldan kolayca ulaşabilmemiz de var lakin böylesi bir örnekleme sistemi, öncelikle işin kolayına kaçmamıza neden oluyor. Çünkü bu mantıkla diğer renkleri (örneğin Valencia’yı, Sociedad’ı, Espanyol’u, Malaga’yı ya da Sevilla’yı) seçmekte ve yakından gözlemekte zorlanıyoruz. Ama sadece bu değil tehlikeli olan. Bilinçaltımızın en büyüğe, en üste olan ilgisi, hep ‘Kazanan’ın yanında yer almayı sevmemiz de bu bakış açısının tezahürü. ‘Hemen ve şimdi’ olunca derdimiz, ara renk ve durakları pas geçip bir an önce zirveye varmak istiyoruz. Nihayetinde sevdamızın ‘yerli’ ayaklarındaki takımlara olan ilgi ve alâkamızı, dolayısıyla oyuna dair sevgi ve ahlaki duruşumuzu da çoğu kez bu refleksler belirliyor...
Süper Lig modeli
Belirliyor da sistemin kendisi öyle bir hale geldi ki bu üstü kapalı ‘La Liga’ özlemi, ligin kendi dengeleri açısından da hayattaki karşılığını buldu. Son iki sezondur, kendi ‘El Clasico’ kahramanlarımızın sürüklediği, diğerlerinin de adeta figüran olduğu bir ‘Süper Lig’ modeli yaşıyoruz. Böylelikle de bizdeki futbolun tanımı, “18 takımın yer aldığı ama sonunda Galatasaray ya da Fenerbahçe’nin şampiyon olduğu bir oyundur”a dönüşüyor (hoş zaten tarihsel açıdan da süreç hep böyle gibiydi ya; arada bir Beşiktaş sahne alır, Trabzonspor geçmişteki başarılarını arardı. Bursaspor ise ‘mucize’ kabilinden meseleye dahil olmuştu). Bu aslında sistemin temel unsurları için de uygun bir yapı. Belli bir süreçte diğer takımlar da sanki bir hedef kovalıyormuş gibi gözüküyor, baştan kadro yapıları ve derinlikleriyle finale uzanacakları gün gibi aşikâr iki ekip sonlara doğru puan cetvelindeki yerleriyle de beklentileri karşılıyor.
Hayali düşmanlar
Bu arada yazılı ve görsel basın yarışın getirisini kendince sahipleniyor, iki ana aktörün taraftarları memnun, yayıncı kuruluş memnun, kuşkusuz federasyon da memnun. Üstelik bu sezon itibariyle bu yapıyı onaylayan bir başka dış gerçek var; hali hazırda iki takım da Avrupa’daki yolculuklarına devam ediyor.
Ama tüm bu sanki kurgulanmış ve oyunun doğası gereği ancak birinin kazanabileceği yarışta, iki tarafın da sürekli mızıkçılık hali içinde olması, sürekli ‘hayali’ düşmanlar yaratması, sürekli ‘Onları kayırıyorlar, bizi yok etmeye çalışıyorlar’ ruh hali, Avrupa zaferleri sonrası bile basın toplantılarında ‘içerideki sistem’e ilişkin vurgular, iğnelemeler, laf sokmalar gına getirtiyor. “Her şey istediğiniz gibi. Bari bu klişe, bu sonu çoktan belli filmi izleme zevkimizi öldürmeyin. Herkes kendisine biçilen rolü oynuyor, abartmayın, bu kadar kötü racon kesmeyin” dedirtiyor.
Hep bana Rabbena
Sahi bu sistemi kim oluşturuyor? Elbette kendileri. Nasıl mı? Mesela ikisi de 18 kez şampiyon olmuş. İkisi de tarihleri boyunca devletin, iktidarların himayesinde büyümüşler, başbakanlar, bakanlar gelip yönetici sıfatlarıyla kadrolarında yer almış. Borçlarına, eksik gediklerine göz yumulmuş, yollarına rahatça devam edebilsinler diye kanunlar yeniden tanımlanmış, sürekli kurallar değiştirilmiş. En fazla TV gelirleri onlara sağlanmış vs. Karşılığında ne vermişler. Başarıları daha çok ‘yerel’ ölçülerde kalmış, ‘Bir UEFA Şampiyonluğu’, (şimdilik) üç ‘Şampiyonlar Ligi çeyrek finalistliği’ ve (yine şimdilik) bir ‘Avrupa Ligi çeyrek finalistliği’. Olsun, gene de kitleler sevmiş onları, bağırlarına basmış (çünkü içerideki ürettikleri ‘Kazanmaya endeksli kültür’, dışarıda başarılar gelmeyince geçerliliğini yitirmiş).
Play-off isteniyor
Dolayısıyla Federasyon’un, hakemlerin, PFDK’ların, Tahkim Kurulları’nın her daim yanlarında olduğu, olmak zorunda olduğu bu sistemde onlara haksızlık falan yapan yok. Ama bu gerçekleri bal gibi bilmelerine rağmen sürekli suyu bulandırıyorlar. İstedikleri ne? Galiba geçen sezon uygulanan ve ana yapıyı oluşturan herkesin işine gelen ‘Play-off sistemi’ onların kafasında bir ışık yaktı. Sanki bu sistemi sadece altı hafta boyunca değil, bütün bir sezona yayarak, ne bileyim mesela ‘Beş ‘Play-off’tan size etti mi 30 hafta’ tekrarlamak istiyorlar. Bu da kabul. Biz olaya uzaktan ya da yakından ‘tarafsız’ olarak bakmaya çalışanlar “Ne haliniz varsa görün” deriz, figüran olarak mesele dahil ettiğiniz takımlar da kendi içlerinde yeni bir lig oluşturur, böylece özlemini duyduğunuz sistem de gerçekten hayata geçer… Ama şu gerçeği bilin ki adaleti siz sadece kendiniz için istiyorsunuz. ‘Herkes için adalet’, sizin oyun kültürünüzde asla yer almayacak bir kavram…
‘Bu sabahki duanız benden…’
BAKMAYIN futbolcuların bazen sahadaki agresif hallerine ve en yakınındakilerin (Mustafa Yumlu) bile kalplerini kırdıklarına.. Geçen haftadan bir anekdot aktarayım: Malum yeni papa Jorge Mario Bergoglio bir Arjantinli. Seçilmesinin ardından ilk sabah kahvaltısında Trabzonsporlu Gustavo Colman, masaya oturur oturmaz takım arkadaşlarına seslenir: “Beyler, bu sabahki duanız benden…”
Paylaş