Paylaş
‘Kardeş hikâyeleri’, salonlarımıza uğramayı sürdürüyor. Geçen hafta ‘Belgica’yı izlemiştik, bu hafta sahne sırası ‘İnatçılar’da (‘Rams’). İzlanda dolaylarından buyur eden ‘İnatçılar’, enfes bir kara mizah örneği. Önce kısaca öykü diyelim: Kırsal bir alanda, bomboş vadinin orta yerinde yaşayan iki kardeş; Gummi ve Kiddi, tam 40 yıldır birbirleriyle konuşmayan iki kardeştir. Bu, hayatın, coğrafyanın, iklimin ve de geçip giden yılların sertleştirdiği ikilinin tek meşgalesi vardır; Bolstadir ırkından gelen koçlarını yetiştirmek... Bu faaliyetin bir de yansıması vardır; yöredeki diğer yetiştiricilerin de katıldığı yarışmada boy göstermek. O yılki organizasyonda Kiddi’nin koçu birinciliği alır. İkincilik, Gummi’nin dengelerini bozar, ağabeyinin koçunda, Scrapie adlı, hayvanların sinir sistemini bozan ve bağışıklıklarının kaybolmasına neden olan bulaşıcı bir virüs olduğu yönünde iddiayı ortaya atar. Olaya el koyan veterinerler hastalığın gerçek olduğunu belirterek yöredeki bütün hayvanların itlaf edilmesi yönünde karar alırlar. Bu durum, başta Gummi ve Kiddi’nin olmak üzere
herkesin hayatını değiştirecektir.
Sert ama sevimli ve sıcak
Grímur Hákonarson, senaryosunu da kendisinin kaleme aldığı ‘İnatçılar’da (ki filmin orijinal isminin Türkçesi ‘Koçlar’) Kuzey’in kendine özgü melankolisi içinde yalnızlığı bir hayat biçimi olarak seçmiş iki yaşlı erkek kardeşin hikâyelerini önümüze getiriyor. Film, bu sert karakterlerin öykülerine kamerasını daha yakından uzattığında ise sevimli, sıcak, çelişkilerle doğan bir mizahın yansıdığı detaylar görüyoruz. ‘İnatçılar’, söz konusu coğrafyadan daha önce gelen yapımların ruhunu da yansıtıyor. Hákonarson, vatandaşları (ve de öncüleri) Dagur Kári’yle Baltasar Kormákur’un dünyalarının ya da filmlerinin atmosferini, adeta kendi öyküsü dahilinde yeniden yaratıyor. Bu, kuşkusuz olumsuz bir tespit değil; birbirine benzer onca fabrikasyon yapımın yanında İzlanda’dan gelen az ama öz filmler bize bambaşka hayatların ve öykülerin varlığını hatırlatıyor.
Özetle ‘İnatçılar’ kaçmaz diyoruz...
İlaç gibi film…
İlk uzun metrajlı hamlesi ‘Yasak Bölge’yle (‘La zona’) sinemaya etkileyici bir giriş yapan Uruguay doğumlu (ki Meksika’da yaşıyor ve çalışıyor) Rodrigo Pla’nın, bu yılki İstanbul Film Festivali Uluslararası Yarışma Bölümü’nde ‘En İyi Film’ seçilerek ‘Altın Lale’nin sahibi olan son çalışması ‘Bin Başlı Canavar’ (‘Un monstruo de mil cabezas’), bu haftanın mönüsünde yer alıyor. Türkiye’deki festivallerin gözde yönetmenlerinden olan Pla, doğrusunu söylemek gerekirse kendisine gösterilen ilgiyi hak eden bir sinemacı. Sınıflar arası mesafe, zenginlerin fakirlerden korkusu, adaletsizlik, sistemin acımasızlığı gibi sularda yüzen konulara olan ‘yakınlığıyla’ dikkati çeken 1968 doğumlu yönetmenin daimi senaristi ise eşi Laura Santullo. İkilinin son işbirliğinin ifadesi olan ‘Bin Başlı Canavar’, devletin bürokratik çarklarında hayata tutunma yolunda çare arayan insanların çırpınışlarını anlatıyor.Sistem bir canavarsaKanser olan kocasının tedavisi için çabalayan ama bürokrasi yüzünden gerekli ilaçlara ulaşmakta zorlanan Sonia, yanına oğlu Dario’yu da alarak önce eşinin doktorundan yardım istiyor. Telefonlara çıkmayı reddeden, muayenehanesindeyken ‘Yok’ dedirten doktorun evine giden ve bir noktadan sonra istediklerini ancak silah zoruyla yaptıracağını düşünmeye başlayan Sonia, ilaçları sağlama uğraşında eylem alanını giderek genişletmek durumunda kalıyor.Sistem genel olarak bir canavarsa; Sonia elinde silahı, yanında annesinin çizgi dışına taştığını fark eden ama babası için her şeyi yapmaya hazır oğluyla, onun çok sayıdaki başıyla mücadeleye soyunuyor. Böylesi bir çabayı aslında yıllar önce (2002 yapımı) Denzel Washington’lı ‘John Q’de de görmüştük. Lakin söz konusu yapım bir Amerikan filmiydi ve çaresizlik üzerinden kahramanlık üretiyordu. Pla’nın yapıtı ise her şeyi tıpkı hayatın kendi normlarındaki gibi ölçüsünde ve gerçekçiliğinde yansıtıyor. Zaten film de gücünü bu yaklaşımından alıyor. Sonia’da Jana Raluy’ın son derece başarılı bir performans sergilediği ‘Bin Başlı Canavar’ı kaçırmayın derim.
Bu da aşkın teorisi...
Geçirdiği kaza sonucu tekerlekli sandalyeye mahkûm bir adamla ona bakan genç bir kadının zaman içinde yakınlaşmasını anlatan ‘Senden Önce Ben’, ‘Sol Ayağım’, ‘Genç Ölmek’ ve ‘Her Şeyin Teorisi’ gibi yapımların izinden gidiyor...
Nicholas Sparks (‘Message in the Bottle’, ‘The Notebook’, ‘Dear John’, ‘The Choice’) ya da John Green (‘Paper Towns’, ‘The Fault in Our Stars’) kitaplarına biraz ara vermeye ne dersiniz? ‘Senden Önce Ben’ (‘Me Before You’) sanki öncelikle böyle bir refleksin ifadesi. Benzer kulvarda yapıtlar üreten İngiliz Jojo Moyes’un romanlarının sinema uyarlamaları için sıra çoktan gelmişti, Thea Sharrock imzalı film, işte bu koridordaki ilk hamle oluyor.Önce kısaca konu diyelim: Uzun süredir çalıştığı kafenin kapanmasıyla işsiz kalan Lou, bir başvuruyu değerlendirerek görüşmeye gider. Söz konusu iş, iki yıl önce bir trafik kazası geçiren ve tekerlekli sandalyeye mahkûm olan Will Traynor’ın bakımıdır. Lou’nun içten yaklaşımları ve pozitif kişiliği, genç adamın mesafeli tutumunun zaman içinde değişmesine neden olacaktır...Senaryosunu, uyarlandığı kitabın yazarı Jojo Moyes’un kaleme aldığı ‘Senden Önce Ben’, duygusal çatışmaları iyi dengelenmiş bir modern drama. Ana karakterlerden Lou Clark’ın önyargısız kişiliği, cesareti ve samimiyeti, karşı tarafın umutsuz görünen yapısında çözülmeler yaratıp nihayetinde hasta-bakıcı ilişkisi bir aşka kapı aralıyor. Film, genel çizgisi itibariyle 70’lerin o ünlü klasiği ‘Love Story’nin rotasında ilerliyor. Lakin ‘Senden Önce Ben’in çağrıştırdığı başka yapımlar da var elbet: ‘Sol Ayağım’ (zaten filmin karakterleri söz konusu yapımı anıyorlar), ‘Genç Ölmek’ ve nihayetinde yakın zaman önce izlediğimiz Stephen Hawkins biyografisi ‘Her Şeyin Teorisi’ (bu arada Fransız komedisi ‘Can Dostum’ da akla geliyor).Öte yandan metin sadece kişilik farklılıklarına değil sınıf farklılıklarına da odaklanıyor. Felç olmadan önce Londra’nın ünlü finans figürlerinden biri olan Will Traynor, tipik bir zengin çocuğu. Lou Clark ise işçi sınıfından geliyor. İkisinin birliktelikleri özellikle Lou’nun farklı kültürel reflekslerle tanışmasına (mesela Fransız ‘sanat’ sineması ya da Mozart’ın eserleri) neden olurken Will de bir anlamda ‘insanlığı’, umudu, neşeyi yeniden keşfediyor.Serinkanlı bir melodramPerformanslara gelince: Lou’da ‘Game of Thores’un ‘Khaleesi’si Emilia Clarke’ı izliyoruz. Genç oyuncu, yaşama sevinci dolu karakterinin hakkını başarıyla veriyor. Sınıfsal kibrinde ve soğuk yapısında, Lou sayesinde kırılmalar yaşayan Will’de de ‘Açlık Oyunları’ serisinden hatırladığımız Sam Claflin gayet iyi. Will’in mantığın temsilcisi konumundaki babası Stephan’da Charles Dance her zamanki klasında, ‘Gönül insanı’ konumundaki annesi Camilla’da da Janet McTeer, Emma Thompson’ı hatırlatan havasıyla etkileyici. Ama filmdeki yan karakterlerin en dikkat çekicisi, kuşkusuz ‘Yılın girişimcisi’ tişörtüyle ortalıkta dolaşan Lou’nun bencil erkek arkadaşı Patrick’te göz dolduran Matthew Lewis olmuş. Sonuç? Bu tür filmler malum, gözyaşlarınızı hedefler ve sizi kendi bölgesine çekti mi, bırakmaz... Tiyatro yönetmeni Thea Sharrock, ‘Senden Önce Ben’de gayet dengeli bir anlatım tutturmuş ve serinkanlı bir melodrama imza atmış. Dolayısıyla filmini, duygusallığı ölçülü yaşamak isteyenlere tavsiye edebiliriz.
Diğer seçenekler
Bu haftanın mönüsünde yer alan diğer yapımlar ise şöyle: ‘Siyahın Elli Tonu’ (Yön: Michael Tiddes), ‘Robinson Crusoe’ (Yön: Vincent Kesteloot-Ben Stassen), ‘Lanetli Çocuk’ (Yön: William Brent Bell), ‘Merkezi İstihbarat’ (Yön: Rawson Marshall Thurber) ve ‘Ammar 2: Cin İstilası’ (Yön: Özgür Bakar).
Böyle bir isme gerek var mıydı?
Vizyona giren ve gişede rotasını arayan çok sayıda yerli yapım komedi filmi var. Bu toplam içinde öne çıkmanın, farklı olmanın içeriğin dışında birçok seçeneği var. Örneğin bu haftanın mönüsünde yer alan bir film, adıyla dikkat çekmeyi tercih etmiş: ‘B.O.K.: Bi O Kalmıştı’. Doğrusunu söylemek gerekirse böylesi bir ismin ne zekice, ne ‘estetikçe’ ne de hınzırca bir yanı var. Zaten bu ülkede çok şeyi bir şeyler sarmış, insan bari mümkün olduğunca sinemayı sarmasın istiyor. Genç bir yönetmen de uzun metraj serüvenine böyle başlamasın... Peki ya filmin sinemasal değeri? Basın gösterimi yapılmadı, o yüzden bu konuda bir fikrimiz yok ama isminin bize çağrıştırdıklarını paylaşalım dedik...
Paylaş