Paylaş
Kurmaca belgesel türündeki yapım, seyircisini ‘Yedi tepeli şehrin’ görünen ve görünmeyen yanlarına doğru hem neşeli hem de hüzünlü bir yolculuğa çıkarıyor.
Ben Hopkins, enikonu ‘bizden’ sayılır. 2000’lerin başında uğradığı İstanbul’a ilgisini hiç kaybetmedi, sadece şehre değil buralı bir kadına da âşık oldu (nihayetinde onunla evlendi de). Asıl işi sinema olduğu için de hislerini peliküle dökme fırsatı var; ‘Hasret’ (‘Sehnsucht’) bütün bu hissiyatın bir ifadesi sayılabilir. Geçen yıl İstanbul Film Festivali’nde gösterilen ve son olarak ‘SİYAD En İyi Belgesel Film Ödülü’nü alan yapım, bu haftadan itibaren de vizyonda.
Kurmaca bir belgesel olan ‘Hasret’in konusu kısaca şöyle: Almanlar için çalışan bir film ekibi, önceliği İstanbul’un turistik güzellikleri olan bir belgesel çekmek için şehre gelir. Ekibin yönetmeni zaman içinde kentin farklı yüzlerine vurulur ve asıl hedeften uzaklaşarak farklı bir noktaya savrulur.
Filmde ekibin dönüşüm yaşayan yönetmenini bizatihi Ben Hopkins (‘Simon Magus’, ‘Pazar: Bir Ticaret Masalı’) canlandırıyor. Bu tercih bir bakıma Hopkins’in kentin nesine âşık olduğunu, nerelerine vurulduğunu gösterme yolunda işlevsel bir hamlenin de ifadesi olmuş.
‘Hasret’, İstanbul’un ilk elde görünen güzelliklerinden yola çıkıp farklı, bambaşka, gizemli, uhrevi bir kentin profiline ulaşıyor. Ekibin kaldığı moteldeki görevliden başlayarak Gazi Mahallesi’nden Alevi bir sosyalist gençle konuşurken, ‘Gezi İsyanı’nın izlerini sürerken, kaçak göçmen işçilerin derdini dinlerken, iş bekleyen figüranların arasında ‘tarihçi-yazar’ Hasan Korkmaz’ı keşfederken, âşıklar kahvesinin sufi derviş sahibinin görüşlerine kulak kabartırken ya da Ermeni cemaatinin refleksleri üzerine topluluk temsilcisi gazetecinin teşhislerini kameraya taşırken de aslında kentin bütün o tarihsel mirasının güçlü bir portresini çiziyor. Sesler, yüzler, sokaklar, mekânlar, yapılar adeta o mirasın şimdiki zaman yansımaları olarak karşımıza çıkıyor. Ve tabii ki yeni, rahat, modern bir hayat vaadiyle hareket eden ve pratikteki en önemli hamlesi, mirasları yok etmek gibi duran ‘Kentsel dönüşüm’ felaketi... Ya da rantın, kapitalizmin ‘kibar’ ifadesi... İşte bu hamle, ‘Şehr-i İstanbul’u (ki aslında bütün bir ülkeyi ama ben filmin ilgi odağı bakımından sadece bir yerin ismini zikrediyorum) koca bir inşaata çeviriyor. Keza eski olarak algıladığı her görüntüyü yok edilmesi gereken bir hedefe dönüştürüyor ve kepçelerini uzatarak sadece önündeki yapıyı değil onunla birlikte birçok hatırayı da yerinden söküp atmaya çalışıyor.
İstanbul’da 99 gün yaşa!
‘Hasret’in, dolayısıyla Ben Hopkins’in bence en önemli bakışı da burada kıyıya vuruyor... İngiliz kökenli yönetmen, belki 2000’lerden beri aramızda ama filmiyle kente olan tutkusunu, bağını ve de vefa duygusunu gayet net aktarıyor. Belki de bu tavrının nedenini filmin bir yerinde, Faruk Korkmaz karakterinin sarf ettiği “İstanbul’da 99 gün yaşa, artık bizden biri olursun” cümlesinde buluyoruz da çok çok uzun süreden beri buralarda olan, burada doğup büyüyen ama doymak bilmeyen ‘sözde’ İstanbullulara ne diyeceğiz? Öte yandan sadece rantçı olmak mesele değil; ranta göz yummak, sesini çıkarmamak, bir anlamda onaylamak da bu günahın bir parçası olmak anlamına gelmiyor mu?
Neyse, ‘Hasret’ birçok yaraya parmak basıyor ama filmin bir kasvet yolculuğu olduğunu düşünmeyin. Ben Hopkins zekice kurguladığı, gönül çalan diyaloglarla yüklediği (senaryoyu eşi Ceylan Ünal Hopkins’le birlikte yazmış), kıyıda kenarda kalmış değerlere farklı bir bakış açısıyla yaklaştığı, ‘Gezi Direnişi’nin değerini bildiği (Ben en çok “Mahallemde olanları Danimarka televizyonundan izledim” diyerek ‘anaakım medyamız’a selam gönderen gencin saptamasına bittim) ‘Hasret’te hüzünle neşeyi, melankoliyle coşkuyu başarıyla harmanlamış. Öte yandan film, yönetmeninin de bir iç yolculuğu olmuş: Hopkins’in rotasını kaybeder gibi görünen ama aslında gerçek güzergâhını bulduğu arayışının, arınmasının hikâyesi...
Filme göre İstanbul, kedilerin hüküm sürdüğü bir uygarlık... Faruk Korkmaz’ın da ifade ettiği gibi biz de, onların refakatinde yaşayan fanileriz. Lakin bu kent sadece görünenleriyle var olmaz. Bir de ölüleri, öte taraftan bize seslenenleri var. Öyküdeki ekibin yönetmeni çekimler sırasında İstanbul’un bu yanını da keşfediyor.
Adını Seyyan Hanım’ın muhteşem şarkısı ‘Hasret’ten alan yapım, İstanbul’a ve yitip giden güzelliklerine dair sevdalı bir bakışın ifadesi. Kimileri bu bakışı ‘oryantalist’ bulabilir (ki, Hopkins bazı söyleşilerinde bu türden saptamalara karşı kendi cevabını vermiş). Benim için fark etmez, böyle ‘oryantalizm’e can feda... Üstelik ‘Hasret’ vicdanla ve bilgiyle taçlandırılmış bir kolaj. Sonuç itibariyle kesinlikle kaçırmayın derim.
Meraklısına not: Ben Hopkins, ‘şimdilik’ Berlin’de yaşıyor.
HASRET
Yönetmen: Ben Hopkins
Oyuncular: İsa Çelik, Bilge Güler, Serhat Saymadı, Ben Hopkins, Raffi Hermon Araks, Zeki Çolak,
Almanya-Türkiye ortak yapımı
Duvardaki tuğla olmak istemeyenler...
‘Açlık Oyunları’ “Benden bu kadar” diyerek son noktayı koydu, sahne artık artçılarının... Geçen hafta aynı geminin yolcusu ‘Beşinci Dalga’ demir almıştı, bu hafta ise artık yolculuğunun sonuna doğru ilerleyen ‘Uyumsuz’ serisinin üçüncü adımı ‘Yandaş’ (‘Allegiant’) var huzurlarımızda. Veronica Roth’un serisinden uyarlanan ‘Uyumsuz’, aslında üç kitap lakin tıpkı ‘Açlık Oyunları’nda olduğu gibi son adım sinemaya iki filmle taşınıyor. Yani ‘Yandaş’, son kitabın ilk bölümünün uyarlaması niteliğinde...
‘Gençlik distopyaları’nın bildik reflekslerini barındıran seri (aslında hepsinin ilham kaynağı 70’ler klasiği ‘Logan’ın Kaçışı’ gibi görünüyor), ‘Ari ırk’ peşinde koşan diktatoryal bir rejime karşı ana karakter olan Tris ve arkadaşlarının mücadelesini anlatıyor. Bu bölümde isyankâr gençler (içlerinde Tris’in sevgilisi Four da var) sistemin ördüğü devasa duvarın öte yanına geçerek bambaşka bir oluşumla karşılaşıyorlar.
Yönetmenliğini, bir önceki adım olan ‘Kuralsız’da olduğu gibi Alman Robert Schwentke’nin üstlendiği yapım hem kimi sahneleri hem de hafiften farklı atmosferiyle serinin şu ana kadarki en iyi filmi olmuş. Bir önceki adımda sistemin en tepesindeki Jeanine oyun dışına itilmişti (ya da biz öyle sanıyoruz), ‘Yandaş’ta ise onun boşluğunu ‘Genetik Büro’nun yöneticisi David dolduruyor gibi.
Kendisine muhalif kitleleri biber gazıyla susturmaya çalışanlara ilham kaynağı olacak yeni bir fikri (hafızaları silen gaz) sunan ‘Yandaş’ (bu arada filmdeki ‘Yandaş’ ifadesi, bizdeki anlamının aksine muhalifler için kullanılıyor), belki serinin en iyi filmi ama yine de vasatın üzerine çıkamıyor. Lakin ‘Yandaş’, vasatlığına ve klişe yanlarına rağmen kendisini seyrettiren bir film olmuş. Kimin, gerçekte ne olduğunu ve nerede durduğunu anlamak için de son adımı bekleyeceğiz.
YANDAŞ
Yönetmen: Robert Schwentke
Oyuncular: Shailene Woodley, Zoë Kravitz, Miles Teller, Theo James, Naomi Watts, Jeff Daniels
ABD yapımı
Hâlâ çıkar sahneye, herkesi öldürmeye
Sinemamız ‘Cinli perili’ korku filmlerinden sanki hafiften uzaklaşmaya başladı. ‘Kronolojik’ olarak baktığımızda ‘Baskın’dan sonra gelen ‘Naciye’de de bu durumun işaretlerini görüyoruz. Genç yönetmen Lütfü Ömer Çiçek, senaryosunu da kendisinin kaleme aldığı bu ilk uzun metrajlı çabasında bize motifleri itibariyle daha çok ‘Amerikan gerilim sineması’na yakın duran bir öykü anlatıyor.
Büyükada’da, aile yadigârı evini kiralamak isteyenlere ‘aşırı’ tepki gösteren bir kadının yaşattıklarına odaklanan ‘Naciye’, kimi sahnelerinde anlık heyecanlar yaratıyor ama kendi içinde tutarlı olamayan öyküsüyle bir bütüne ulaşamıyor. Başlarda, “Seyirciyi şaşırtmak için olabilir” türü hissiyat yaratan ortadaki onca soru işareti bir noktadan sonra senaryonun yetersizliğini ele veren unsurlara dönüşüyor. Ayrıca filmin öyle bir müziği var ki (başlı başına başarılı ama) her şeyi bastırıp öne çıkıyor. Kimi korku klasiklerini çağrıştıran (ya da ‘gönderme’ kabilinden yer alan) sahneler ise filmin geneline pek oturmamış görünüyor.
Sonuç? Yönetmen Çiçek sonraki filmlerinde açılabilir ama ‘Naciye’, o klişe deyimiyle ‘Kendi türünde iyi niyetli bir çaba’dan öteye gidemiyor.
NACİYE
Yönetmen: Lütfü Ömer Çiçek
Oyuncular: Derya Alabora, Esin Harvey, Görkem Mertsöz, Erdoğan Ünlü Türkiye yapımı
Geçmiş kanatır yarayı...
Yahya Kemal’in “Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum” türünden dizeleri artık uzak bir romantizmin ifadesi. Çünkü Balkan şehirleri, ‘Yugoslavya mozaiği’nin tuz buz olmasından bu yana artık acısı bir türlü dinmeyen derin yaralarla dolu. Sırp, Hırvat, Boşnak, Makedon derken Tito’nun bir arada tuttuğu bütün etnik unsurlar darmadağın oldu ve ortam öyle bir hale geldi ki, herkes en yakın komşusunun boğazına sarıldı. Geriye de onca kötü hatıra, onca sönen ocak ve başta Srebrenitsa olmak üzere insanlıktan çıkılan onca katliamın acıları kaldı. Bütün bu utanç sayfalarında o yörenin sinemacıları uzunca bir süredir dolaşıyor. Savaşın başlarında çekilen ‘Vukovar, jedna prica’ (1994) ve ‘Yağmurdan Önce’ (1994) gibi yapımlar olmak üzere çok sayıda film izledik; meseleyi başından sonundan, yanından, içinden dışından tutan...
Artık hamle sırası sanırım bu yakanın sinemacılarında. Ali Atay’ın ‘Limonata’sından sonra Ozan Açıktan imzalı ‘Annemin Yarası’yla Balkan coğrafyasındaki acıların artçıları etrafında dolaşıyoruz. Filmin konusu kısaca şöyle: 18 yaşına gelince Bosna’da kaldığı yetimhaneden ayrılan Salih, köklerini aramak üzere yola koyulur. Çok geçmeden ne türden bir geçmişi olduğunun farkına varır ve eski bir hesabı kapatmak üzere harekete geçer.
Bora Akkaş çok iyi...
‘Annemin Yarası’, teknik açıdan standartları tutturuyor. Yönetmen Ozan Açıktan’ın rejisi de belli düzeyde seyrediyor lakin senaryo ve senaryonun ayrıntıları kimi yerlerde fazla zorlama ve inandırıcılıktan uzak. Sanki bütün olay örgüsü sarsıcı bir finale hazırlanmak için kurulmuş fakat o hedefe kadar çok fazla vakit kaybediyoruz. Bu durumda da filmin duygusu seyirciye pek geçmiyor. Oyunculuklara gelince: Salih’te Bora Akkaş açık ara filmin en iyi performansını sunuyor. Babaanne Mevlide rolündeki Sabina Tozija da çok başarılı. Ozan Güven, Meryem Uzerli, Belçim Bilgin ve Okan Yalabık da standartları tutturuyor.
Belki de asıl problem, aynı kulvarda daha önceden çok sayıda film izlemek sanırım. Somut örnekler üzerinden konuşmak gerekirse bu konunun şahikası ‘Esma’nın Sırrı’ydı (‘Grbavica’). Angelina Jolie imzalı ‘Kan ve Aşk’ (‘In the Land of Blood and Honey’), Penelope Cruz ve Saadet Işıl Aksoy’lu ‘Sen Dünyaya Gelmeden’ (‘Venuto al mondo’) gibi filmlerin ardından ‘Annemin Yarası’ gerekli etkiyi yapmıyor. Hele hele yakın bir zaman önce aynı coğrafyada ve meselelerde dolaşan ‘Güneş Tepedeyken’ (‘Zvizdan’) gibi muhteşem bir filmi izlediyseniz...
Ama yine de ‘Umurumda mı dünya’ diyen onca yerli yapım içinde ‘Annemin Yarası’, dertleri ve tasalarıyla ilgiyi hak ediyor.
ANNEMİN YARASI
Yönetmen: Ozan Açıktan
Oyuncular: Bora Akkaş, Ozan Güven, Meryem Uzerli, Belçim Bilgin, Okan Yalabık, Sabina Tozija
Türkiye yapımı
DİĞER SEÇENEKLER
◊ Oturduğu villayı sinemacılara kiraya vererek geçinen Özgür’ün yolu ‘Başkan’ lakaplı mafya babasıyla kesişince ne olur? Şafak Sezer’in yönettiği ‘Kolpaçino 3’te Sezer’in yanı sıra Aydemir Akbaş ve Erkan Petekkaya rol alıyor.
◊ Ella Lemhagen’in yönettiği, Sarah Jessica Parker, Raoul Bova, Rosie Day ve Claudia Cardinale’nin rol aldığı ‘Roma’da Aşk Başkadır’ orta halli bir romantik komedi.
Paylaş