Paylaş
Ormanda derler ki, “Buralara yolu düşen bazı çocukları maymunlar yetiştirmez ve isimleri her daim Tarzan olmaz”. Elbette böyle bir replik yok, ‘Kızılmaske’den (nam-ı diğer ‘Phantom’) esinlendim. Lakin bu haftanın en iyi seçeneği olan ‘Pete ve Ejderhası’ (‘Pete’s Dragon’) insanın aklına böyle şeyler getiriyor.
Filmin konusu kısaca şöyle: Ailesini bir araba kazasında kaybeden beş yaşındaki Pete’i, olay mahalline yakın bir yerde bulunan bir ejderha himayesi altına alıyor ve yetiştiriyor. Altı yıl boyunca uygarlıktan uzak gelişimini sürdüren minik Pete, kaza anında yanında bulunan kitaptan mülhem Elliot adını verdiği bu yeşil yaratıkla mutlu mesut yaşarken, ‘uygarlık’ en nihayetinde hayatlarına dokunuyor. Ormanın derinliklerinde ağaç katliamına soyunanlar ve onları engellemeye çalışanlar önce Pete’i keşfediyor, sonra da ejderhasının varlığını...
Hollywood’un ‘Altın çağı’na ait iki yazarı Seton R. Miller ve S.S. Field’in basılmamış kısa öyküsü yani ‘Pete’s Dragon’, 1977’de İngiliz Don Chaffey tarafından sinemaya uyarlanmıştı. ‘Roger Rabbit’in öncüsü niteliğindeki bu hamlenin ardından sinema aynı öyküye bu kez David Lowely imzalı filmle dönmüş. Enfes bir ‘Görkemli kaybedenler’ hikâyesi anlattığı ‘Ain’t The Bodies Saints’le hatırladığımız Lowely, senaryosunu Toby Halbrooks’la birlikte kaleme aldığı teknoloji destekli bu çalışmasında son derece başarılı bir işe daha imza atmış.
FORMUNDA BİR ROBERT REDFORD
Öykü ‘Tarzan’ı, ‘Orman Çocuğu’nu ve asıl olarak da ‘E.T.’yi akla getiriyor. Lowely, bunca filmin çağrışımıyla yüklü çalışmasında doğanın kendi rutinindeki masumiyetin ve gidişatın, zincirin en zararlı parçası olan insanoğlunun bitmez tükenmez hırsı sayesinde nasıl sekteye uğradığını son derece saf bir tavırla perdeye taşıyor. Öykü düzlemindeki bu tavrın yanı sıra son derece başarılı efektler, Pete’le Elliot arasındaki sevgi bağını görsel açıdan taçlandırmış. Elliot bazı sahnelerde çok sevimli bir köpek ya da kedi gibi karşımıza geliyor.
Oyunculuklara gelirsek: Pete’te Oakes Fegley bütün sempatikliği ve yeteneğiyle göz dolduruyor. Bir zamanlar babası ejderhayı görmüş orman görevlisi Grace’de Bryce Dallas Howard, sevgilisi Jack’te Wes Bentley, minik Beatrice’te Oona Laurence gayet iyiler. Ama kadronun en dikkat çekeni, öykünün kötü adamı Gavin’de Karl Urban. Çocuklara sürekli ejderha öyküleri anlatan Grace’in babası Meacham’da da Robert Redford her zamanki klasında diyelim.
Son olarak daha çok miniklere seslenen bir filmde Leonard Cohen parçası (‘So Long, Marianne’) dinlemek de hoş bir şeydi doğrusu.
‘Pete ve Ejderhası’, ebeveynlerin de en az karşımızdaki yapıtın gerçek muhatabı olan minikler kadar zevk aldığı yapımlardan, kesinlikle kaçırmayın.
Not: Film, Türkiye’de sadece dublajlı kopyayla gösterime çıkıyor. Böyle bir uygulamanın, ‘Pete ve Ejderhası’nı orijinal izlemek isteyen seyirciye haksızlık olduğu kanaatindeyim.
PAMUK PRENS
Yönetmenler:
Birol Güven
Hasan Tolga Pulat
Oyuncular: Tamer Karadağlı, Arzu Balkan, Birol Güven, Haluk Özenç, Onur Sermik
Türkiye yapımı
DİZİ DİZİ İNCİYİM...
Bir yanda farklı bir işe imza atmak, sektöre yeni bir soluk getirmek isteyen gençler; öte yanda onlardaki ışıltının farkına varan ama özgür ruhlarını sisteme adapte etmeye çalışan ve ‘reyting savaşı’nda yer kapmak adına vasatın hissiyatına hâkim iş bilir bir yapımcı (ve de eski senarist)...Birol Güven senaryosunu yazdığı, yönetmenliğine de Hasan Tolga Pulat’la birlikte imza attığı ‘Pamuk Prens’te sektöre içerden bakıyor. Bakarken de birçok okumayı kendi kariyerinin en bilinen işlerinden biri olan ‘Çocuklar Duymasın’ üzerinden yapıyor. Bu süreçte özellikle dizinin popülerleştirdiği Tamer Karadağlı’nın bizatihi kendisi ve algısı ön planda.‘Pamuk Prens’, bakış açısı ve dertleri itibariyle kayda değer bir çaba. Öte yandan kâğıt üstündeki hedef sinematografik anlamda pek başarılamamış gibi. Bir kere film uzun (özellikle Venedik bölümü, gerçekten de Beşiktaş Evlendirme Dairesi yeterli olurmuş!). Öte yandan mesela Karadağlı’nın ‘kaş’ trüğü de belki popüler bir hamle olarak öyküye dahil edilmiş ama pek parlak bir fikir gibi durmuyor, üstelik sürekli tekrarı da yoruyor. Ayrıca anlatım da dizi estetiğine (gerçi bunun savunusu da “Zaten dizi dünyasını anlatıyoruz” olabilir) fazla yaslanmış, bu da ağır akan bir üsluba neden olmuş. Öte yandan Birol Güven, kendisini canlandırmada (!) ve bildiği dünyayı aktarmada başarılı. Genç senaristler ekibi de iyiydi.Sonuç olarak ‘Pamuk Prens’ için, fikrin sinemasal anlamda da kendini daha etkileyici bir şekilde perdeye yansıttığı bir film olsaymış diye düşünüyor insan.
VE TAKSİCİ YERİNİ BERBERE BIRAKIR...
Skeçvari küçük öyküleri modern bir meddah türevindeki taksiciyle önümüze getiren ‘Yok Artık’, aynı mantıkla ve isminin yanına ‘2’ rakamını alarak yeniden karşımızda. Bu kez taksici yerini berbere bırakmış ve anlattığı öyküleri, saç-sakal için dükkânına gelenler üzerinden bizler dinliyoruz. Bu yeni toplam, yani ‘Yok Artık! 2’ de, ilki gibi ancak bir öykü (‘Üç Ay Ömrüm Kaldı’) diğerlerinin önüne çıkmış. Filmin yapımcılarından Şebnem Bozoklu’nun yer aldığı ilk bölüm (‘Köye Dönüş’) ise en vasatı (‘Boğayı inek sanan şehirli kız’ gibi 1950 model espriler yer alıyor bu bölümde). Öte yandan sonunda gereksiz bir abartıya kaçsa da ‘Sosyal Medya’ bölümünde Zafer Algöz’ün yarattığı agresif emekli tiplemesi de başarılı. İlginçtir, kadro, senaryo ve yönetmen hanesindeki isimler ilgiye değer ama serinin iki filmi de vasatı aşamadı.
TRENDEKİ KIZ
Yönetmen: Tate Taylor
Oyuncular: Emily Blunt, Haley Bennett, Rebecca Ferguson, Justin Theroux, Luke Evans, Edgar Ramirez, Allison Janney
ABD yapımı
GERİLİM BU YÖNDEKİ SON İSTASYONDUR
İşsiz, alkolik ve günlerini, adeta geçmişin izlerini sürdüğü yollardan ve yerlerden geçen trende yolculuk yaparak geçiren bir kadın... Dağılmış yuvası ve uzakta kalan mutluluğu psikolojik travmaya dönüşmüş. Üstelik eski kocası evlenmiş ve baba olmuş. Bir gün, her zamanki güzergâhında kadrajına giren ve aralarında mükemmel bir ilişki olduğunu düşündüğü çiftin hayatında bir değişiklik olduğunu fark eder ve ardından kendisini bir kördüğümün içinde bulur.
Geçen yılın bütün dünyada en çok satan kitaplarından Paula Hawkins imzalı ‘Trendeki Kız’ (‘The Girl on the Train’), aynı adlı uyarlamasıyla şimdi beyazperdede. Film, alkol bağımlılığının yarattığı problemlerden mustarip Rachel odağında gelişen bir kurguya sahip ama öte yandan bu ana halkanın uzantılarında Rachel’ın eski kocası Tom’un yeni eşi Anna ve komşuları Megan’a rastlıyoruz. Psikolojik gerilim türündeki metin, gizem kozasını bu üç kadın karakter etrafında örerken yaşanan kimi gelişmeler ‘ilgi’yi, onlara bağlı öyküye dahil edilmiş kimi erkek karakterlere de yöneltiyor. Ama asıl şüphe her daim Rachel karakterinin üzerinden yayılıyor; çünkü alkolün zihninde yarattığı tahribatın türevi olarak kıyıya vuran ‘şuur kaybı’, belleğinde ‘flu’ zaman dilimlerine neden oluyor.
Romanı okumadım ama Erin Cressida Wilson’ın kaleme aldığı senaryo önce suyu (ve de izleyici olarak bizlerin kafası) olabildiğince karıştırma, ardından kendince meseleyi sarihleştirme çabasında. Lakin bu çaba pek de karşılığını bulamıyor ve ‘The Help’le hatırladığımız Tate Taylor’ın yönettiği ‘Trendeki Kız’, vasatı aşamıyor.
Hispanik Balkanlı!
Dışarıdaki kimi eleştirmenler filmi kaleme alırken, çağrıştırdıkları itibariyle metinlerinde Agatha Christie ve Alfred Hitchcock isimlerini geçirmişler. Doğrusu ‘Trendeki Kız’a bu tür çağrışımlar eşliğinde göz atmak, bence fazlasıyla abartılı bir yaklaşım; Chistie ve Hitchcock’a ayıp olmuş! Belki en fazla ‘Trendeki Kız’ın belli ölçülerde Nicole Kidman’lı ‘Uyuyana Kadar’ı hatırlattığı söylenebilir. Bir de erotik yanına dikkat çekilebilir.
Filmin en iyi yanı ise özellikle Rachel’da izlediğimiz Emily Blunt’ın performansı olmuş. İngiliz oyuncu, karakterinin ruhsal gelgitlerini perdeye taşımada çok başarılı. Keza Megan’ın kocası Scott’ta Luke Evans da başarılı bir performans sergilemiş. Megan’da izlediğimiz Haley Bennett, ‘Muhteşem Yedili’den hemen sonra bir kez daha karşımıza gelirken yakın dönemin öne çıkan isimlerinden biri olacağını hatırlatıyor adeta. Bu arada casting açısından bence filmde ilginç bir yan var; psikoterapist Dr. Kemal Abdiç’i Edgar Ramirez canlandırıyor. Karakterin ismi Balkanlı ama aksanı Hispanik; tuhaf olmuş.
Öte yandan dışarıdaki eleştirmenlerin altını çizdiği doğru bir nokta var; o da ‘Trendeki Kız’ın, bu sezonun ‘Kayıp Kız’ı (‘Gone Girl’) olma şansını kaçırdığı. Sanki böyle bir potansiyeli varmış ama kâğıt üzerindeki bu beklenti peliküle yansımamış gibi...
Paylaş