Paylaş
Yönetmenlik uğraşında ana kahramanlarını genellikle kadınlardan seçen Luc Besson, son filminde de aynı tavrı gösteriyor. ‘Lucy’de, Tayvan’da okuyan Amerikalı bir kız öğrenci kendi isteği dışında bir maceranın parçası oluyor. Lakin bu da ‘Ne macera’ diyeceğiniz türden, çünkü neredeyse Lucy’nin yaşadıkları insanlık tarihinin geçmişinden geleceğine uzanan bir özet adeta...
Önce kısaca konu diyelim: Bir haftalık erkek arkadaşının kuryelik yapma önerisini zoraki olarak kabul eden Lucy, ‘emanet’i otelin resepsiyonuna teslim edip meseleyi halledeceğini düşünürken kendisini, Kore mafyasının ‘şefkatli’ kollarında bulur. Çete, ‘CPH4’ adlı güçlü bir kimyasal karışım içeren yeni bir uyuşturucuyu Güneydoğu Asya’dan Avrupa piyasasına sürmek üzeredir. Bir paket de Lucy’nin göbeğine yerleştirilir. Ne var ki bir grup çete elemanı genç kıza şiddet uygularken madde vücuda karışır ve bu aslında her şeyi karıştırır. Lucy’nin artık bambaşka işleyen bir beyni, yetenekleri ve güçleri vardır. Uyuşturucunun dağıtım merkezlerinden biri olan Paris’e gelip hem insan beyni üzerine araştırmalarıyla tanınan Profesör Norman’ı bularak yardım isteyecek, hem de çeteyi durdurmaya çalışacaktır...
‘Nikita’da kadın ajan, ‘Leon’da bir katile sevgiyi öğreten küçük kız, ‘Beşinci Element’te kötülüğe karşı koyan Leeloo, ‘Joan of Arc’ta Jean D’Arc, ‘Angel-A’da sempatik bir dolandırıcıya eline uzatan bir melek... Besson, ‘Lucy’de ‘Kahramanlar galerisi’ne insanoğlunun zekâsal yolculuğuna dair bir serüvene uzanan genç bir kadını dahil ediyor. Senaryosunu da kendisinin kaleme aldığı filminde öykü iki koldan akıyor. Bir tür anlatıcı konumundaki Profesör Norman, insan beyninin tarihsel akışından ve kullanım kapasitesinden bahsediyor. Film bu noktada, ‘İnsanoğlu, beyninin ancak yüzde 10’unu kullanabiliyor’ tezine sırtını dayıyor. Lucy de vücuduyla alışverişe giren madde sayesinde öykü boyunca kendisinin ama asıl olarak insanoğlunun beyin kapasitesinin ve kullanım gücünün artmasına tanıklık ediyor. Yüzde 15’ler, 20’ler, 25’ler derken limitler alabildiğine zorlanıyor. Zaten öykü biraz da bu merakın yarattığı dürtüyle cazibe kazanıyor, yoksa mafyatik uyuşturucu çeteleri, aksiyon bölümleri, Paris’te araba takip sahneleri; her şey çok bildik, çok klişe... Öte yandan Besson’un zaman zaman ağır çekim ihtiva eden çatışma sahneleri hem ‘Leon’u çağrıştırıyor hem de Tarantino çağrışımlarına neden oluyor.
Bir de işin arka planı dolayısıyla hatırlattıkları var... Bir tür insanlığın evrimi görüntüleri ‘2001: Uzay Macerası’, ‘Koyaanisqatsi’ (bir parça da ‘Baraka’) ya da ‘Tree of Life’ türü yapımları akla getiriyor. Lakin Besson’un bu tür görüntüleri gevşek kurguyla ve yer yer ‘Öğreten adam’ tadında aktarması, diğer yapımlarda ‘düşündüren’ öğeler gibi duran bu türden imajları zorlama ve didaktik bir havaya büründürüyor. Öykünün ise Bradley Cooper, Abbie Cornish ve Robert de Niro’lu ‘Limitless’le uzak akraba olduğunu söyleyebiliriz.
Ne de olsa ‘Kara Dul’
Öte yandan beynin kapasitesi arttıkça bu gelişimin Lucy’yi daha zeki bir insan yapmaktan çok ‘Süper kahraman’ kategorisine sokması da bizi, Besson filmlerine hâkim olan ‘Maksat görüntü ve içi boş felsefe olsun, mantığı kim arar?’ yaklaşımıyla bir kez daha buluşturuyor.
Oyunculuklara gelince Lucy’de Scarlett Johansson ‘Aksiyon kahramanı kadın’ tiplemesinin üstesinden kolayca geliyor. Özellikle ‘Marvel ailesi’nin üyelerinden ‘Kara Dul’la daha önce defalarca karşımıza geldiği için zaten meseleye hâkim. Profesör Norman’da Morgan Free-
man, tüm o sakinliği ve dehşetengiz ses tonuyla ‘tanrısal’ -ki kendisini bu kimlikle ‘Bruce Almighty’de izlemiştik- bir role hayat veriyor. Mafya liderinde ise orijinal ‘Old Boy’dan tanıdığımız Güney Koreli aktör Min-sik Choi arz-ı endam ediyor.
Sonuç? Evet, neşeli, aksiyonu bol, araya da felsefe ve bilimin sos olarak serpiştirildiği bir Luc Besson filmi ‘Lucy’. ‘İdare eder’ kategorisinden kabulümüzdür diyelim...
5 üzerinden 2 buçuk yıldız
Paylaş