Paylaş
Öncelikle bugün iki yarı final mücadelesi oynanacak, cumartesi mönüsünde de üçüncülük ve şampiyonluk randevuları var. Türkiye, evindeki bu şenliğe kendi gençleriyle ancak dört 90 dakikada eşlik edebildi. Üç maç grup aşamasında, elendiği Fransa mücadelesi de ‘İlk 16’ turundaydı. Turnuva bitecek ve biz, “Niye gençlerimiz böyle?” sorusunu elbette ki tozlu sayfalar arasına yollayacak ve yeni bir organizasyona kadar pek tartışmayacağız. Bu saptama aslında eski günlerin bir refleksi, ben kişisel olarak bu yaz tarihinin en büyük toplumsal hareketini yaşayan Türkiye’de, ‘Gezi Parkı Direnişi’yle birçok alanda kazanımlar elde ettiğimizi düşünüyorum. Benim ve birçoklarının, artık geçmişte farklı yaklaşımlarla ele aldıkları gençliğe, geleceğine emanet edeceğimiz insanlara bakışı değişti. Ben artık ne kendi geleceğimden, ne de bizi yarınlara taşıyacak insanların geleceğinden korkmuyorum, aksine hiçbir zaman olmadığım kadar umut doluyum. ‘Gezi Ruhu’, her alanda zeki, akıllı, ince, pragmatist, paylaşımcı, insani değerleri ön plana çıkaran, ‘öteki’yi anlayan, her türden ve kültüre ait farklılıkları bir arada yaşayan son derece geniş bir renk skalası sundu. Bu güzel bileşimin ana unsurlarından biri de bilindiği gibi taraftar topluluklarıydı. Onların zekâsı ve dinamizmi, hareketi çok daha ötelere taşıdı. Lakin bütün bu gelişmelere karşı uzun süredir içinde bulunduğum camianın, yani spor basınının genel olarak pek de olan bitenden etkilenmediğini, yeni jargonu anlamadığını, ‘Eski tas eski hamam’ yollarına devam etmek istediklerini görüyorum.
Gerçi bunda şaşıracak bir yan yok, bu camia eskiden de pek okumaz etmez, kendini yenilemez, sadece bilinen ve ilk elde akla gelen fikirleri, ‘Çok çok mühimmiş’ gibi tartışma masasına sürerdi. Dolayısıyla bu cenahta değişim rüzgârlarından etkilenilmemesi doğal. Ama benim asıl derdim ‘Gezi Ruhu’nu ‘U20 Dünya Kupası’ bağlamında değerlendirmek. Madem direniş gençliğin eseriydi, bu gençliğin sahadaki yansımasındaki problemler neydi? Aslında bizim eski genel bakışımızda, “Genç takımlarda çok iyiyiz ama iş büyümeye ve profesyonelleşmeye gelince çuvallıyoruz” bakışı hâkimdi. Aslında bu görüş doğruluk payları içeriyordu. Somut bir örnekle yola çıkalım: Bugün Milli Takım’ın başında bulunan ve ay yıldızlılara kötü günler yaşatan Abdullah Avcı’nın bir zamanlar U17’nin başındayken elindeki kadroyla ‘Avrupa Şampiyonluğu’ gibi muhteşem başarıya ulaşıp aynı takımla ‘Dünya Dördüncülüğü’ unvanına ulaştığı düşünülürse söz konusu tezin ne denli gerçek olduğunu görürüz. Bizi bugün kara kara düşündürense artık futbol alanında ‘Gençler’de de o eski başarılara, geleceğe dair umutlara veda ettiğimizdir.
‘TEK ADAM’ CUMHURiYETLERi
PEKİ bunda sadece gençlerin mi suçu var? Hayatın diğer alanlarında; bilimde, sanatta, siyasette, mizahta vs, ne denli cevherler barındırdığımızı gösteren ‘gelişmeler’, acaba futbolda neden geriyiz sorusunu da tartışmaya açmıyor mu? Bence açıyor. En sevdiğimiz oyunda yetenek problemimiz olabilir mi? Bence olamaz. Peki ne olabilir? Belki organizasyon ama ondan öte futbolun egemenlerinin oyuna bakışındaki sakatlık ve özellikle, başarıya endeksli hastalıklı kazanma kültürü (ki bu kültür, “Kazan da nasıl kazanırsan kazan” diyor ve bu yolda gençleri, oyunun dışına itiyor). Futbolun egemenleri de aslında politikacılarımız gibi ‘Gezi ruhu’nun öncesinde kalmış figürler. Çoğu ‘Tek adam’a bağlı cumhuriyetlerinde muhalefetsiz ve farklı görüş ve yorumlara kapalı bir dünyanın esiri olmuşlar, içe dönük hayatlarını yaşıyorlar, parayı bastırıp aldıkları yıldızlarla günü kurtarmayı ve camialarına ‘Gücün yarattığı şehvet’le seslenmeyi ve koltuklarını korumayı sürdürüyorlar. Ama bence o günler de geride kaldı (umarım). Çünkü başkaldıran kitleler arasında yer alan taraftarlar, artık neyin nasıl olduğunun farkında (aslında eskiden de farkındaydılar ama kendilerini yalnız sandıklarından olsa gerek, pek seslerini çıkarmıyorlardı).
‘ARA REJİM’ HÜKÜMETİ
GELELİM somut adımlara... Yeni bir gelecek kurmak istiyorsak, ilk hamle Futbol Federasyonu cephesinde atılmalı. Belki genç kuşaklar bu deyime uzaktır ama Yıldırım Demirören yönetimi, ismi siyasi literatürle söylersek ‘Bir ara rejim hükümeti’dir. O günkü koşullarda, sistem günü kurtarmak adına Demirören’i başa geçirmiş ve sorunları çözmese bile erteleyeceğini düşünmüştür. Lakin ertelenen tüm sorunlar bugün artık ‘Dönülmez akşamın ufkunda’ önümüzdedir ve Demirören yönetiminin bu sorunları çözemeyeceği gün gibi aşikârdır. Bundan öte bu yönetim, eskinin bütün arkaik reflesklerini barındıran ve geleceğe dair hiçbir umut ışığı içermeyen bir oluşumdur. Dolayısıyla Demirören’in, tıpkı (bence) aynı kişilik özelliklerine sahip Başbakan Erdoğan ve Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım gibi “Çare sandıktadır” savunması, gereksiz bir girişimdir. Bir kere özellikle ‘Ara rejim hükümetleri’nin teamül gereği güven tazelemek türünden reflekslere ihtiyacı vardır ve demokrasilerde ‘Erken seçim’ türü seçenekler de mevcuttur.
Toparlarsak Türkiye, futbol alanında kendisine, gençlerine ve tüm bileşenlere yeni bir gelecek arıyorsa, öncelikle geçmişin muhasebesine bir an önce soyunmalı, oyunu oyunun hâkimi yöneticilere bırakmalıdır. Bu konu üzerine konuşurken bizim Kenan (Başaran) bir öneri getirdi: “Aykut Kocaman başkan olsun.” Aykut Hoca’nın şu aralar Milli Takım’ın başına geçeği türünden haberler basına yansımış durumda. Bence de teknik adamlık yerine futboldan gelen yönetici modeline en yakın isimlerden biri Kocaman. Hem zamanında Lütfi Arıboğan’ı, “Basketboldan gelenler futbolu yönetiyor” diye eleştirmişti. İşte fırsat; futbolun önünü, arkasını, acısını tatlısını, sevincini dramını, saha içini dışını her şeyini yaşamış bir isim var önümüzde. Fenerbahçeliliği bir engel mi? Ulusoy Galatasaraylı, Aydınlar Fenerbahçeli, Demirören de Beşiktaşlı’ydı. Bunun bir engel teşkil edeceğini düşünmüyorum, dolayısıyla Kenan’ın önerisi bence düşünülmeye değer...
Paylaş