Paylaş
Felaketler her yerden gelebilir; yukarıdan, aşağıdan, yüzeyden, uzaydan, devasa yaratıklardan vs... Fark etmez, yeni bir dünya kurulur ve Amerika orada yerini -tabii en ön sırada- alır... Amma velakin ‘Amerikan ailesi’ dağılırsa, işte bu felaketin üstesinden kimse gelemez. Dolayısıyla Hollywood imzalı tüm büyük stüdyo işi felaket filmlerinde karakterler doğayla ya da doğaüstü güçlerle mücadele ededursun asıl mesele aileyi ayakta tutmak ya da dağılmış parçaları bir araya getirmek için uğraş vermektir.
Aslında ‘Felaket filmleri’ denen türün doğuş ve büyüme sancılarının yaşandığı 70’li yıllarda yine insani durumlara odaklanma vardı ama o dönemin yapımlarında çok karakterli öyküler izler ve onların kurtulma / kurtarılma çabalarına şahit olurduk. ‘Şimdiki zaman’ın örneklerinde ise (Dennis Quaid’li ‘The Day After Tomorrow’, Tom Cruise’lu ‘War of the Worlds’, John Cusack’lı ‘2012’ mesela) varsa yoksa aile. Bu hafta salonlarımıza uğrayan Hollywood patentli son ‘Felaket destanı’ ‘San Andreas Fayı’ da, günümüz geleneklerine sahip çıkıyor ve bir yandan koca San Francisco’nun yok olmasının bir tür simülasyonuna soyunuyor, öte yandan da dağılmakta olan bir aileyi yeniden toparlama sürecinin parçası haline geliyor.
Kanada kökenli Brad Peyton’ın imzasını taşıyan ‘San Andreas Fayı’ Los Angeles’taki bir arama-kurtarma ekibi şefinin, Ray Gaines’in öyküsü ön planda. Bu iri yarı adamcağız, eşi Emma’dan ayrılmak üzeredir ve yetişkin kızı Blake’in de ‘müstakbel’ üvey babasının yanında oturacağı haberini henüz alır. Bu duruma tam içerlemişken önce Nevada’daki bir barajda başlayan tektonik hareketlilik (yani deprem), Los Angeles üzerinden San Francisco’ya kadar uzanıyor. Ünlü ‘San Andreas fayı’ uyanmıştır artık. Gaines ise helikopteriyle önce ayrılmak üzere olduğu eşini bir gökdelenin çatı katından kurtarıyor, sonra da üvey babanın olay anında bir anlamda, “Başının çaresine bak” diyerek terk edip gittiği kızı Blake’in peşine düşüyor...
‘San Andreas Fayı’, ‘Felaket filmleri’ kategorisinin bilindik reflekslerine sahip bir yapım. Özel efektler ön planda ve bitmez tükenmez yıkım sahneleri arka arkaya geliyor. Aslında ‘Deprem’, Hollywood’un bizde ‘Zelzele’ ismiyle oynayan 1974 tarihli ‘Earthquake’inden bu yana uğramadığı bir felaket türü. Dolayısıyla ana tema en son 31 yıl öncesinde kullanılmış ama trükler her daim bildik ve tekrarlanan cinsten. ‘San Francisco sokakları’nı tsunami etkisiyle suyla doldurmak ve nihayetinde güzelim ‘Golden Gate’i tarihin çöplüğüne yollamak, belki filmin nadir ‘özgün’ yanlarından.
Ahmet ‘Paul’ Işıkara!
Oyunculuklara gelince...Ray Gaines’te izlediğimiz Dwayne Johnson’dan (namı diğer ‘Akrep Kral’) zater özel bir performans beklemek çok da manalı değil, malum kendisi eski bir profesyonel güreşçi ve güçlü kuvvetli karakterler için günümüzde aranılan bir isim. Sözün özü burada da oyunculuk özellikleriyle değil fiziksel varlığıyla rolü kapmış görünüyor. Lakin bazı sahnelerde, bir İngiliz eleştirmenin de vurguladığı ZAZ filmlerindeki Leslie Nielsen gibi duruyor. Gaines’in karısı Emma’da Carla Gugino, kızı Blake’te de ‘Percy Jackson’ serisinden hatırladığımız Alexandra Daddario’yu izliyoruz. Bu arada ‘Fantastik Dörtlü’de harikalar yaratan Ioan Gruffudd (‘Mr. Fantastic’) üvey baba Daniel Riddick’te eski imajına halel getiriyor! Bu öykünün ‘Deprem Dede’sinde ise Paul Giamatti’yi izliyoruz. Tecrübeli aktör ‘San Andreas Fayı’nda, ‘Ahmet Mete Işıkara ruhu’nu Dr. Lawrence Hayes karakteriyle yaşatıyor...Bu arada Kylie Minogue bir sahnede şöyle bir gözüküyor.
Pilot Ray Gaines’in filmin başında görünen ekibi sonradan hiç ortalıkta görünmüyor. Gaines-Emma çifti onca hengâmenin ortasında tsunamiyi de atlatıp kızları Blake’i, -ki yanlarında kendisine yardımcı olan İngiliz abi-kardeş var- sanki elleriyle koymuş gibi çökmekte olan bir gökdelende buluyorlar. Doğrusu sadece Dwayne Johnson’ın oyunculuğu değil kimi sahneler de ZAZ filmlerini andırıyor ama bilgisayar efekti destekli sahneleriyle ‘San Andreas Fayı’ belli ölçülerde sineye çekilebilir...
Paylaş