1995 tarihli ‘Heat’, sinematografik özelliklerinin yanı sıra, Robert De Niro ve Al Pacino gibi iki efsaneyi bir arada barındıran o ünlü sahnesiyle hafızalara kazınmıştır. Michael Mann’in yapıtını izlediğinizde filmin önemli bir hatırlatmada bulunduğunu fark ediyordunuz, o da şuydu; maharet sadece bu tür çizgiüstü oyuncuları bir araya getirmek değildir, onları seyirciyle doğru dürüst hikâyelerin içinde buluşturmak gerekir...
Haftanın seçenekleri içinde yer alan ‘Otoban’ (‘Collide’), tam da bu meselenin açığa çıktığı bir film olmuş. İngiliz yönetmen Eran Creevy’nin imzasını taşıyan yapım, kadrosunda Anthony Hopkins ve Ben Kingley gibi iki devi barındırıyor ve üstelik, filmde tıpkı ‘Heat’te olduğu gibi devasa aktörleri karşı karşıya getiren sahnelerden iki adet var ama nafile; öykü ve işlenişi o kadar vasat ki, ‘Otoban’ın zihinlere kazınması çok zor.
OTOBAN
Yönetmen: Eran Creevy
Oyuncular: Nicholas Hoult, Ben Kingsley, Anthony Hopkins, Felicity Jones, Marwan Kenzari, Erdal Yıldız
İngiltere-Almanya-Çin ortak yapımı
Önce kısaca konuyu özetleyelim: Amerikalı genç araba hırsızı
Önce tarihin koridorlarında kısa bir hatırlama turuna çıkalım: Fransız yazar Jeanne-Marie Leprince de Beamount’un 1756’da kaleme aldığı ve orijinal ismi ‘La Belle et La Bête’ olan masal, defalarca sinema filmi, televizyon dizisi ve tiyatro oyunu olarak seyirci önüne çıkmıştır. Beyazperdedeki en iyi uyarlaması Fransız yönetmen Jean Cocteau’ya ait, 1946 yapımı siyah-beyaz çalışma olarak kabul edilen metin, çok yakın bir tarihte, 2014’te Christophe Gans tarafından huzurlarımıza gelmiş, Vincent Cassel ve Léa Seydoux’nun başrollerini paylaştıkları bu yapım, orijinal masala bağlı bir uyarlama olarak dikkat çekmişti.
Bu haftadan itibaren salonlarımıza buyur eden, Bill Condon imzalı ‘Güzel ve Çirkin’ (‘Beauty and the Beast’) ise, 1991 tarihli ‘Disney yapımı’ çizgi filmin uyarlaması. ‘Müzikal’ formattaki bu son adım, atmosferi, görüntüleri, efektleri ve sağlam metniyle kaydadeğer bir çaba ve masalın tarihsel serüveni içinde de derinliği bakımından ‘kalıcı bir eser’e dönüşecek gibi.
GÜZEL VE ÇİRKİN
Yönetmen: Bill Condon
Oyuncular: Emma Watson, Dan Stevens, Luke Evans, Kevin Kline, Josh Gad, Emma Thompson, İwan McGregor, Ian McKellen
ABD yapımı
YENİ ŞARKILAR EKLENMİŞ...
Bilimle mitin buluştuğu yer’... Amerika, Vietnam bataklığından çıkma telaşındayken kendi hayallerini hükümet temsilcilerine kabul ettirmenin üstesinden gelen maceraperest işadamı Bill Randa’nın tanımıyla ‘Kafatası Adası’ tam da böyle bir yer... Lakin bu yerde sadece bilim mitle değil, insanlık da koca bir yaratıkla, King Kong’la buluşuyor...
Kong: KAFATASI ADASI
Yönetmen: Jordan Vogt-Roberts
Oyuncular: Tom Hiddleston, Samuel L. Jackson, Brie Larson, John Goodman, John C. Reilly, Toby Kebbell, Corey Hawkins, Shea Whigham
ABD yapımı
‘Kong: Kafatası Adası’ (‘Kong: Skulls Island’) ise ‘cüssesi büyük, yüreği ince’ mahlukatın sinema perdesiyle en yeni buluşması. Merian C. Cooper-Ernest B. Schoedsack ikilisinin 1933’teki filmiyle popüler kültürün zihnine yerleşen ‘King Kong’, geçmişte 1976 yapımı John Guillermin imzalı ve 2005 tarihli Peter Jackson imzalı iki yapımla daha hatırlatmıştı kendisini. Bu haftadan itibaren sinemalarımıza uğrayan yapım ise farklı bir uyarlama olarak akıllarda yer edecek sanırım. Daha çok TV dizilerinin yönetmeni olarak bilinen Jordan Vogt-Roberts’ın yönettiği bu son adım, hikâyenin zeminini Vietnam Savaşı’nın sonuna, 1973 yılına taşıyor. Önce kısa özet: Bill Randa, devlet desteğini arkasına alarak Vietnam’daki savaşın ardından kendisine yeni bir meşgale arayan Albay Preston Packard öncülüğündeki helikopter birliğiyle birlikte esrarengiz ‘Kafatası Adası’na yollanıyor. Ekipte, deneyimli rehber James Conrad’ın yanı sıra foto-muhabiri Mason Weaver ve bir grup bilim insanı da vardır. Topluluk, tam olağanüstü doğa harikası adanın büyüsüne kapılmışken ortaya çıkan devasa bir gorille işler karışır...
Öyküsünü
Başakşehir’de bir Visca gerçeğini es geçmemek gerek. Boşnak yıldız dün müthiş bir golle kilidi açarken ikinci golün de asistini yaptı. 2-0’dan sonra kısa bir rehavet dönemine giren Başakşehir oyunun genelinde kısa paslara dayalı sabırlı disiplinli futbolunu sürdürdü. Savunmada Epureanu-Yalçın ikilisi mükemmele yakındı. Ön liberoda Attamah da çok çalışkandı. Sol bekte Alparslan ise epey zorlandı.
SON VURUŞ EKSİKLİĞİ
Safet Susiç’in Alanya’sı teker teker bakıldığında çok kaliteli bir ekip ancak yeni bir takım olmanın sıkıntısını yaşıyorlar. Dün Başakşehir’den hiçbir konuda geri kalmadılar, hatta topa daha çok sahip olan taraftılar. Sağ kanattan çok etkili geldiler ve rakiplerini epey sıkıntıya soktular. Eğer son vuruşta biraz daha iyi olsalar puan almaları işten bile değildi. Eğer bu kadro korunursa ve takım ligde kalırsa Alanya seneye Süper Lig’de iş yapar.
Filmleriyle İtalyanlara geniş aile sofraları üzerinden artık çok uzaklarda kalmış değerleri, mutlu birliktelik tablolarını, çatışmaları, acı tatlı an(ı)ları hatırlatan Ferzan Özpetek, sineması itibariyle kariyerinin başlarındaki ‘Hamam’ ve ‘Harem-Suare’ dışında doğduğu topraklara pek uğramadı. Daha ziyade iki Yılmaz’la (Serra ve Cem), buralardan karakterler taşıdı ‘Çizme’ye... ‘İstanbul Kırmızısı’, bu açıdan bir hasretin, belki de daha doğru bir tanımlamayla bir yeniden buluşmanın ifadesi denilebilir.
Önce filmin konusunu kısaca aktaralım: Uzun yıllar Londra’da yaşayan yazar Orhan, ünlü bir yönetmen olan Deniz’in kitabına yardımcı olmak ve editörlüğünü yapmak üzere İstanbul’a geri gelir. Müşterisinin yaşadığı yalıya adım atmasının ardından Orhan, Deniz’in yakın çevresiyle de muhatap olmaya başlar. Çünkü onlar kitapta adı geçen karakterlerdir aynı zamanda. Lakin Deniz’in ortadan kaybolması işlerin seyrini değiştirecektir...
GÖRSELLİK BİRİNCİ SINIF
Özpetek’in yakın bir zaman önce yayımlanan aynı adlı romanından sinemaya uyarladığı ‘İstanbul Kırmızısı’, sanki bir denge üzerine yükseliyor. Ana karakteri Orhan, Deniz’in kaybolmasıyla birlikte kendi için kayıp olan şeyleri (başta ‘aşk’) bulmaya (ya da hatırlamaya) başlıyor.
Film, bir yandan duygularda, öte yandan da asıl olarak İstanbul’un güzelliğinde gezinmeye çalışıyor. Özpetek sinemasında bu kez geniş İtalyan ailesi yerine çökmeye doğru yol alan ‘İstanbul burjuvazisi’nden bir aileyi izliyoruz. ‘İstanbul Kırmızısı’ kâğıt üzerinde iyi bir proje ama sanki iş uygulamaya gelince istediği etkiyi bırakmakta başarılı olamamış. Özpetek’in uzaktan mı ya da yakından mı, bilemiyorum ama baktığı, aradığı, yok olduğuna inandığı İstanbul’la bizim yaşadığımız kent aynı değil gibi. Elbette aynı olması beklenemez lakin karakterler film boyunca öyle kitabi ve ‘buradan uzak’ konuşuyorlar ki, ister istemez filmle sizin gerçekliğiniz arasındaki mesafe büyüyor. Bu durum sanki oyunculuk performanslarına da yansımış, çoğu diyalog karakterlerin ağzından fazla teatral formlarla dökülüyor. Böyle bir tabloda da örneğin öyküdeki bir ayrıntı itibariyle ‘Manchester by the Sea’yle tanıdık kapıları çalan acılar seyirci yüreğimizde benzer etkiyi gerçekleştiremiyor.
Daha da ötesi (kuşkusuz Özpetek’in niyeti bu değildi ama)
‘La La Land’ geceye damga vurur mu?
Oscar tarihinin rekortmen filmleri, toplam 14 daldaki adaylıklarıyla ‘All About Eve’ ve ‘Titanic’ idi. ‘La La Land’, 13 dalda 14 adaylıkla bu yılın öne çıkanı. Damien Chazelle imzalı yapım ‘Müzikallerin altın çağı’ denen döneme saygı duruşunda bulunurken belli bir noktadan sonra “Yeterince romantik takıldık, biraz da günümüze gelelim, ayaklarımızı yere basalım” diyor. Filmi kitleler de eleştirmenler de çok beğendi. Keza Akademi de beğenmiş görünüyor. Muhtemelen ‘En İyi Film’de mutlu sona ulaşacak, ‘En İyi Yönetmen’ dalında denge kabilinden ödül ‘Moonlight’ın yaratıcısı Barry Jenkins’e gidebilir ama Damien Chazelle’in alması da sürpriz olmaz.
Neden çok ‘politik’?
Geçen yıl başta siyahiler olmak üzere ‘öteki’leri konu edinen filmlerin azlığı, siyahi oyuncu ve yönetmenlerin aday olmaması gibi etkenler, ‘Oscars so white’ (‘Oscar’lar çok beyaz’) sloganıyla yola çıkılan bir kampanyaya yol açmıştı. Akademi bu durumu düzeltmek için hemen harekete geçti, üye yapısını farklı kültürlerden isimlerden oluşturmaya ve erkek çoğunluktan daha dengeli bir yapıya kavuşturmaya karar verdi. Sonuç? ‘En İyi Film’ dalındaki dokuz yapımdan üçü (‘Moonlight’, ‘Fences’ ve ‘Hidden Figures’) siyahilerle ilgili. Keza oyuncu dallarında da çok sayıda siyahi isim aday...
Trump’çıların en sevdiği film hangisi?
Bu yıl ilk dokuzdaki filmlerin politik kodları var. Sektörün en güçlü dergisi ‘The Hollywood Reporter’, ‘Oscar özel sayısı’ için yaptığı araştırmada Donald Trump’a oy veren seçmenlerin anti-militarist bir karakteri anlatmasına rağmen alttan alta milliyetçilik yapan Mel Gibson’ın ‘Hacksaw Ridge’ filmini beğendiklerini ve ödülü bu yapımın kazanmasını istediklerini saptamış. Hillary Clinton’a oy veren seçmenlerin tercih ettiği filmse siyahi kadın matematikçilerin ülkeye katkı yaparken bile ırkçı muameleye maruz kalmalarını anlatan ‘Hidden Figures’müş.
Konuşmalar damga vurur mu?
Malum, kazananların konuşmaları genellikle annesine, babasına, karısına, çocuklarına ve yapımda ve yayında emeği geçenlere yöneliktir. Ama bu kez konuşmaların politik ve Başkan Trump’a yönelik olması bekleniyor. Aslında işaret fişeğini, ‘Altın Küre’de ‘En İyi Kadın Oyuncu’ ödülünü kazanan Meryl Streep yakmış ve eleştirileriyle Trump’ı bir hayli kızdırmıştı. Bu konuda ünlü yazar John Irving, ‘The Hollywood Reporter’da, “Kısa, etkili ve dikkate alınır bir konuşma nasıl olmalıdır?” diye bir yazı bile kaleme aldı. Michael Moore ise yapılacak konuşmalar için “Bu bir fırsat. Mutlaka konuşun ve eleştirilerinizi dile getirin. Çünkü bütün dünya sizi izliyor olacak” şeklinde tavsiyelerde bulundu.
Henüz ortalarda bizi mahvedecek güzel havalar yok ama bu hafta salonlarımıza uğrayan ‘Paterson’ın ana karakteri, şairleri, dolayısıyla mısraları arasında ‘Evkaftaki memuriyetim’ de olan Orhan Veli’yi ve diğer bütün kalemdaşlarını akla getiriyor. Çünkü Jim Jarmusch’un filmi, bir otobüs şoförü olan ve gün boyu işini yaparken yazdığı şiirlerin dizeleri zihninde kendisine refakat eden bir şairin sessiz, sakin ve alabildiğine durgun akan hayatından pasajlar aktarıyor. Yaşadığı yörenin, New Jersey’e bağlı küçük yerleşim yeri Paterson’ın ismini taşıyan bu mütevazı kişilik, evde kendisini bekleyen ve adeta küçük oyuncuklarla rutinini renklendiren karısı Laura ve köpekleri Marvin’le ‘yuvarlanıp gidiyoruz’ türünden bir hayat sürüyor. Günler, birbirinin tekrarı biçiminde yaşanırken otobüsüne bindiği yolcuların dertleri, tasaları, hayal ve özlemleri adeta onun gündemi oluyor. Mesaisi bitip eve yollandığında ise kendisinden pek de hoşlanmayan Marvin’i gezdiriyor ve mahalle barında iki tek atarken mekânın sahibi Doc’la genellikle Paterson’ın tarihi ve öne çıkan kişilikleri üzerine laflıyor.
‘Paterson’, tıpkı ana karakteri gibi son derece sakin akan bir film. Sanki Jarmusch, o çok sevdiğimiz dizelerin bu tür hayatlardan da çıkabileceğine vurgu yapıyor filmi boyunca. Araya, yapıtlarında Paterson’ı öne çıkaran yörenin şairi William Carlos Williams’ı (1883-1963) katıyor, yine o bölgenin çocukları (!) komedyen Lou Castello’yu, şair Allen Ginsberg’i hatırlatıyor. ‘Paterson’ şairler ve sessiz sedasız yerler üzerine bir film adeta (Belki de bu yüzden ben de Jarmush’un yapıtını izlerken Orhan Veli kişiliğinde memur, öğretmen, antikacı, sağlık memuru, müfettiş olarak hayatlarını kazanan onca şairimizi düşünüp durdum).
PATERSON
Yönetmen: Jim Jarmusch
Oyuncular: Adam Driver, Golshifteh Farahani, Chasten Harmon, Barry Shabaka HenleyABD yapımı
HUZUR VEREN BİR FİLM
Dün Gençlerbirliği-Atiker Konyaspor karşılaşmasında iki takım toplam 17 şut çekerken bunların sadece 4’ü kaleyi tuttu, ikisi zaten Gençlerbirliği golüydü. Hatta ve hatta 19 Mayıs Stadı’ndaki mücadelenin ilk yarısında Serdar’ın serbest vuruştan attığı gol dışında isabetli şut yoktu.
Konyaspor oyunun genelinde topa daha sahip olan takımdı. Aykut Kocaman’ın öğrencileri kısa paslarla orta sahada uzun süre topa sahip oldular ancak ne zamanki iş, meşin yuvarlağı üçüncü bölgeye taşımaya geldi, o noktada büyük zaafiyet gösterdiler. Gençlerbirliği savunmasını 70. dakikaya kadar geçemediler. Hoş, Gençlerbirliği’nin de fazla mecali yoktu ancak duran topta buldukları gol mücadelenin kaderini değiştirdi. Alkaralar’ın rakibine oranla bir şansı da Selçuk Şahin’e sahip olmasıydı zira tecrübeli oyuncu takımı orta sahada bir maestro gibi yönetti, isabetli uzun pasları ile hücumlara büyük katkı verdi. Selçuk dışında sağ kanatta Ahmet Oğuz-Serdar Gürler ikilisinin arı gibi çalıştığını ve Konyalı rakiplerini zor duruma düşürdüğünü belirtmek gerek. Gelin görün ki ikinci gol Gençlerbirliği’nin daha az kullandığı sol kanattan geldi.
Konyaspor’un en büyük sıkıntısı bitiricilik. 70’te en nihayetinde Gençlerbirliği savunmasını deldiler ancak Fofana’nın kaleciyle karşı karşıya durumdaki vuruşunda top direğin dibinden auta gitti. Tıpkı 7 dakika sonra Rangelov’un şutunda olduğu gibi... Bu iki pozisyonda açıyı güzel kapatan Hopf’un çabalarını da es geçmeyelim... Konya’da Milosevic ve Ömer orta sahada bal üretemeyen arı gibiydiler, Volkan ise çok fazla hatalı pas yaptı ve günün kötüsüydü.
Gençlerbirliği oyun olarak umut vermedi ancak her zaman böyle fırsatçı olacaklarsa sıkıntı yok. Nihayetinde güzel oynayana değil gol atana puan veriyorlar.