Paylaş
Birincisi, daha önce sürekli aşağı çektiği faiz koridorunun üst sınırını yani gecelik borç verme faizini 0.25 puan artırarak yüzde 8.50’ye çıkardı. Yüzde 7.50 ile haftalık olarak para verdiği pencerenin faizini de yüzde 8’e çekti. Banka efektif olarak 25-30 baz puanlık bir artış yapmış oldu. Bankanın piyasaya verdiği paranın kabaca yarısı gecelik, diğer yarısı da haftalık olarak veriliyor. Tüm verdiği paranın ortalama faizi yüzde 7.91 idi. Şimdi aynı kompozisyonla gidilecekse yeni oranlarla yüzde 8.25’e çıkacak.
Bu faiz artışı, Başçı dönemindeki ‘mış gibi yapan’ bir merkez bankası tablosuna göre daha itibarlı. Siyasetçilerin faiz düşüşü istediği bir tabloda, ‘faiz artırabilen bir Merkez Bankası’ duruşu sergileniyor. Ama hedefe dönük olarak işe yarar mı? Hayır. Nitekim ilerleyen saatlerde öyle olduğu da görüldü.
Normal koşullarda; sanayi üretiminin ve olasılıkla ekonominin üçüncü çeyrekte daraldığı, içinde bulunduğumuz çeyrekte de bunun sürdüğü izlenimi olan bir tabloda para otoritesinin daha gevşek bir duruş sergilemesi beklenir. Ancak kur baskısı ve enflasyon bekleyişlerinin bozulmasına karşı bir ‘politika sinyali’ verilmesi daha birincil öncelik ve kaçınılmaz idi. Merkez Bankası tam da bunu yapmış oldu. Banka ‘elini silahına atar gibi” yapmış oldu.
Banka, dünkü faiz artırımı sonrasında; döviz kuru hareketlerinin enflasyon görünümüne dair yukarı yönlü risk oluşturduğu, bunun da beklentiler ve fiyatlama davranışları üzerindeki olumsuz etkisini sınırlamak amacıyla parasal sıkılaştırma yapılmasına karar verildiği açıklanıyor.
Merkez Bankası’nın düşük bir faiz artışı yapması kura set çekmez. Ama ileriye dönük olarak faiz artışına gitmesi, bunu sürdürmesi kaçınılmaz. Çünkü yurtdışında da faizlerin yükseldiği bir konjonktürde ülkeler arası faiz farkını kapatmak zorunda kalacak.
Kuru yukarı iten ana ivmenin ağırlıkla iç siyaset ve OHAL uygulamaları olduğu, Türkiye’nin AB değerlerinden uzaklaşması olduğu çok açık. Merkez Bankası’nın faiz artışı buna çare değil. Yılın ikinci yarısında, dolar Euro’ya göre yüzde 5 değer kazanırken, TL’ye karşı yüzde 18 değer kazandı. Tek başına “uluslararası gelişmeler nedeniyle TL değer kaybediyor” söylemi doğru değil.
İkinci adımın, 1.5 milyar doları piyasaya bırakan bir zorunlu karşılık oranı indiriminin kayda değer bir etkisi olmayacak. Ne piyasa likiditesine ne de maliyetlere.
Üçüncüsü, ihracatçılara açılan reeskont kredisi tutarı 32.5 milyar TL. Farklı tarihlerde biriktiği için dolar karşılığını bilmiyoruz. Sadece bugünkü kurdan çevirsek 10 milyar dolar ediyor. Merkez Bankası’nın tahsis ettiği limit ise 20 milyar dolar idi. Banka şimdi bu krediyi kullanan ihracatçı ve diğer döviz kazandırıcı iş kesimine diyor ki; isterseniz Mart 2017 sonuna kadar vade uzatımı kullanın, ya da vadeniz geldiğinde bana taahhüt ettiğiniz dövizleri getirmek yerine bunun karşılığı TL’leri ödeyin.
REEL KESİME FERAHLAMA
Bu seçeneklerden çoğunlukla vade uzatımının tercih edilmesi kuvvetle muhtemel. Çünkü; vadede TL ile geri ödemenin sadece alış-satış kuru farkı üzerinden sağlayacağı avantaj sınırlı. Her iki seçenekte de, ama özellikle ihracatçıların TL ile geri ödeme seçeneğini tercih etmesi halinde daha fazla olmak üzere; Merkez Bankası, ileriye dönük olarak döviz girişlerinde yavaşlama, azalma ve rezerv kaybı etkisi yaşayacak demektir. Bilançosuna bir çeşit ‘vadeli döviz satışı’ gibi etkisi olacaktır. Malum, bankanın TL karşılığı rezerv artışı yapabildiği tek büyük kalem buydu. Para politikası açısından da “iç varlıklara dayalı” bir parasal genişleme demek olacak.
Bu üç adımdan geriye kalan şu; banka “üzerine düşeni yaptı” dedirtmek için, etkileri çok sınırlı adımlar atmış oldu. Faiz ve zorunlu karşılıklarda teknik etkisinden çok sinyal etkisi olan adımlar iken, reeskontlara dair adımları da ihracatçı reel kesime vade uzatımı ferahlaması sağlayan bir adım oldu.
Paylaş