Paylaş
Ne vakit limanda bir gemi görsem, içimden atlayıp Çanakkale'ye gitmek geçer. Nedenini bilemiyorum. Belki de ilk gidişim gemiyle olduğu içindir...
1950 ilkbaharıydı ve henüz altı yaşındaydım.
Marmara'nın fırtınasını, yakalanan bilir. Fırtınalı bir gecede Tekirdağ'dan bindiğimiz Mersin Gemisi'nden aklımda kalan, lumbozlara ‘‘şırrak’’ diye çarpan dalgalar ve annemle kız kardeşlerimin kabaran mideleriydi...
Dalga sesleri yerini martı çığlıklarına bırakınca babamla güverteye çıktık. Geminin burnundaki direk, koskocaman bir güneşi gösteriyordu. Gözlerimin kamaşması gidince, tepelerin ardında başka şeylerin de olduğunu gördüm.
‘‘Dur Yolcu...’’
Sonradan adının Hastanebayırı olduğunu öğrendiğim tepenin üstünde, boyalı taşlardan yapılmış dev bir asker kabartması vardı. Yanında da ‘‘Dur Yolcu’’ yazıyordu.
Onu görünce durup bakmamak var mı?
Babama, ‘‘Bu asker, Seferşah dede mi?’’ diye sormuştum.
Babam önce gülümsemiş, sonra da ‘‘Hayır’’ demişti, ‘‘Bu gördüğün asker, meçhul asker... Kabartma, burada ölen 253 bin askerin anısına yapılmış...’’
Seferşah dede, 22 yaşındayken gittiği cephede şehit olduğu için, Çanakkale'ye ayak bastığımızda kendimi sanki bir yakınımızın evindeymiş gibi hissetmiştim...
Ortaokul son sınıfa kadar Çanakkale'de okudum.
Çanakkale Zaferi'ni kutladığımız 18 Mart'lar yaklaşırken, dönüp dönüp savaşın muhteşem öyküsünü okudum.
Mustafa Kemal'lerin, Hasan Mevsuf'ların, Nusret Mayın Gemisi'nin, meçhul askerlerin yazdığı destanı adeta satır satır ezberledim.
Babamla tüm savaş alanlarını, bataryaları, şehitlikleri gezdik. Oralara yaptığımız her yolculukta, dünya tarihinin en büyük savaşlarından birinin yaşandığını gösteren batık gemi kalıntılarına, havada birbirine çarpıp kenetlenen mermilere, bomba ve iskelet parçalarına rastlıyorduk.
Müthiş savaş, geride silinmez izler bırakmıştı.
18 Mart ve 25 Nisan yaklaştıkça Çanakkale uzun boylu, sarışın, güleç yüzlü İngilizler'le, Anzaklar'la dolardı.
O yıllar Çanakkale ve çevresinde en gözalıcı görüntüler, İngilizler'in, Anzaklar'ın, Fransızlar'ın ölen askerleri için yaptıkları anıtlar ve mezarlıklardı.
Zaferi biz kazanmıştık, ama bu destanın şanına yaraşır bir anıtı oraya dikememiştik.
Ne zaman bu ihmalin nedenini sorsam, babam gözlerini benden kaçırır, sonra da ‘‘Haydi seninle evin önünde çipura yakalayalım’’ derdi.
Evin önünde yakaladığımız kilolarca çipura beni çok sevindirir, ama bu soruyu hiçbir zaman unutturmazdı.
Çanakkale'de oturduğumuz yıllar boyunca bu anıtın yapılmasını boşuna bekledim, durdum.
Anıt 1960'ta yapıldı. O sırada İstanbul'da Vefa Lisesi'nde okuyordum. Çok istediğim halde açılışa gidemedim. Ama o akşam evimizde Seferşah dede ile silah arkadaşlarının aziz hatıraları için Kuran okunmuştu.
Hafta içinde Çanakkale Şehitleri Abidesi'nin mimarı Prof. Doğan Erginbaş'la tanışma mutluluğunu yaşadım.
Sayın Erginbaş, büyük bir coşku içinde abidenin öyküsünü anlatıyor, ama aradan geçen 35 yıla karşın, eksikliklerinin tamamlanmayışından üzüntü duyduğunu söylüyordu.
Editör Haluk Şahin'le birlikte bu konuya ARENA'nın el atmasına karar verdik. Sonra da yanımıza değerli hocamızı alarak fırtınalı bir günde Çanakkale'nin yolunu tuttuk.
Ulusal birlik ve beraberliğimizin simgesi olan abideye doğru giderken, içim çocukluğumdan kalan bildik bir ürpertiyle doluyordu.
Dev anıta geldiğimizde yüreğim sızladı.
Çünkü çevrede buranın öyküsünü anlatan bir tabela bile yoktu. Savaşın unutulmaz kahramanlarını resimlemek için ayrılan kabartma bölümleri hâlâ bomboştu. Anıtın tavanında olması gereken görkemli mozaiklerin yerini, su sızıntılarının oluşturduğu çatlaklar almıştı.
Bu acıklı resmi, ARENA'da ekrana getirdik...
***
Okuduğunuz yazının tarihi: 19 Mart 1995. ARENA'nın yayınından sonra, dönemin Kültür Bakanlığı Müsteşarı, değerli bilim adamı Prof. Dr. Emre Kongar, abide rölyeflerinin bakanlıkça yapılacağı müjdesini vermişti. Ardından Güzel Sanatlar Genel Müdürü Mehmet Özel, hemen kolları sıvayarak bir yarışma düzenledi ve ARENA'yı temsilen Haluk Şahin, jüride yer aldı.
Sonra ne oldu biliyor musunuz?
Yazarken utanıyorum, Refahyol iktidarının Kültür Bakanı İsmail Kahraman, projeyi rafa kaldırdı. İrtica odaklarına devlet kasasından trilyonlar akıtan zihniyet, Çanakkale Zaferi'nin Mustafa Kemal'le özdeşleşmesi nedeniyle, abidenin tamamlanmasına izin vermedi. Hafta içinde 18 Mart Üniversitesi'nin verdiği ‘‘2000'li Yılların Öncüleri’’ ödülünü almak üzere, yine Haluk'la birlikte Çanakkale'deydik.
Üniversite Konferans Salonu'nda düzenlenen panelde şunları söyledim:
‘‘Adamlar, Okyanus'un binlerce metre derinliğinde yatan Titanic'e inip, özel kameralardaki kasalara, en mahrem belgelere kadar ulaştılar... Biz ise dünyanın en görkemli zaferlerinden birinin belgesel filmini çekmek için, 50 kulaç derinlikte yatan batık savaş gemilerinin enkazına, 80 küsur yıldır ulaşamadık! Ayrıca devleti dolandıranlara, Cumhuriyet'i yıkmak isteyenlere trilyonlar akıttık, ama Çanakkale Şehitler Abidesi'ne üç beş milyar harcamaktan kaçınıp rölyefleri yapmadık. Bu ayıp bize yeter!..’’
Evet, bu ayıp bize yeter...
Paylaş