Paylaş
◊ Mustafa Bey, sinema sektöründe sessiz sedasız yol alıyorsunuz. Bu etkileyici macerayı konuşacağız ama öncelikle nasıl bir çocuktunuz, sinema sevdası o yıllarda mı filizlenmişti, onu öğrenmek istiyorum.
- Valla ben çok pozitif, bir o kadar da komik bir çocuktum. İlkokuldan üniversiteye hep sınıfın en komik adamı oldum.
◊ Geçirdiğiniz ciddi rahatsızlığa rağmen...
- Evet. Yanlış yapılan bir iğneden dolayı 1.5 yaşında çocuk felci geçirmiştim. İlkokul 1’den 5’e kadar annem sırtında taşıdı. Ama bu durum beni durdurmadı. İki bastonla, ayağımda 150 dikişle maça çıkar, kalecilik yapardım. Kim ne yaparsa uyardım, geri kalmazdım. Hatta beni yüzmede geçen yoktu. Ankara günlerimde, Balkan birincisini geçmişim bilmeden, o derece.
◊ Neydi sizi motive eden?
- Hırs belki... Çünkü hep “yapamazsın, gidemezsin, yüzemezsin” dediler. Bir yerden eksiklik yaşadığınızda daha çok başarı odaklı oluyorsunuz sanırım.
◊ Arkadaşlarınızla aranız nasıldı?
- Çok iyi... “Güzin ablalık yapmak” diye bir tabir vardır ya, aynen o durumdaydım. Her yere beni çağırırlardı, her ortamda dert dinlerdim.
◊ Sizin hiç dertlendiğiniz, umutsuzluğa düştüğünüz olmuyor muydu?
- Hiçbir zaman umutsuzluğa düşmedim. Beni umutsuzluğa düşürmek istediler aslında ama...
◊ Nasıl?
- Demedikleri kalmamıştı: “Yapamazsın, edemezsin, evlenemezsin, sen mi yönetmen olacaksın, sen mi İstanbul’a gideceksin?” Dinlemedim onları.
◊ Öyle söyleyenler şimdi utanıyorlardır muhtemelen...
- (Gülüyor)... Yoo, değişen bir şey yok aslında. Amerika planları yapmaya başladım, şimdi de diyorlar ki “Amerika’ya gidip ne yapacaksın? Ayda 2 bin senarist ve yönetmen oraya gidiyor, ne kadar şansın olacak?”... Yine dinlemiyorum tabii. İşimi aşkla yapıyorum, o aşkla ilerliyorum.
BU İŞE SETLERDE ÇAY VE KABLO TAŞIYARAK BAŞLADIM
◊ Hazır yurtdışı, ödül falan demişken bugünlere dönelim... Nasıl başladı bu macera?
- Sektöre 2004’te adım attım. İşin mutfağında yetiştim. Okulu bitirdikten sonra klip ve reklam işlerinde çalışmaya başladım. Setlerde çay, kablo taşırdım.
◊ İlk profesyonel işiniz hangisiydi?
- Zeki Demirkubuz’un “Kader”i. Asistanlığını yapmıştım. Devamında kliplerde, reklamlarda yardımcı yönetmenlik ve prodüksiyon asistanlığı... Ardından bir firmaya ortak oldum. Üç ortaktık. Zamanla firma büyüdü. Yaklaşık 180 klip, 80 reklam çektik.
◊ O dönemlerde en büyük hayaliniz neydi? Yönetmen olmak mı, yoksa yapımcılık mı?
- Yönetmen ve yapımcılık, ikisi beraberdi bende.
◊ Çay ve kablo taşıdığınız o günlerde, bir gün Antalya Film Festivali’nde ödül alacağınız aklınıza gelir miydi?
- Evet, düşünüyordum. Her şeyin sırayla olduğunu biliyordum çünkü... Milyar dolarlık da olsanız, Harvard’ı da bitirseniz, her işiniz, her hayaliniz zamanını bekliyor, zamanından önce olmuyor.
◊ Sizin için dönüm noktası ne oldu?
- Klip ve reklam çekimlerine devam ettiğim dönemde çok yönetmenlik teklifi aldım ama hiç kabul etmedim. Çünkü ilk sinema filmimde kendi hayat hikayemi anlatmak istiyordum.
◊ Ama öyle olmadı...
- (Gülüyor). Evet... Sayın Recep Tayyip Erdoğan, başbakan olduğu dönemde bizden “Sarıkamış: Asrın Yürüyüşü” adlı bir kamu spotu çekmemizi istedi. Bunun için Kars’a gittik. Zaten oralıyım ben... “Çınar”ı da orada, otelde yazmaya başladım.
◊ Sizin hikayeniz değil mi
“Çınar”?
- Kendi hikayem. Yüzde 100 gerçek. Çok sert, çok ağır dramı olan, kalplere çok dokunan, salya sümük çıkılan bir film oldu.
◊ Çekimler de o kadar travmatik miydi peki?
- Öyleydi... -45 derecede, 45 günde, 45 kişiyle çekildi. Oyuncularımız 37 ağır vaka atlattı.
◊ Ne gibi vakalar?
- Donma tehlikesi, kırık... Bir de kızak sahnesinde oyuncularımızı üç kurt kovaladı. Çok zor şartlarda çektik gerçekten.
HER SENE FİLM ÇEKEN YÖNETMENLERİ TASVİP ETMİYORUM
◊ Ön hazırlık ve çekimle birlikte kaç yılınızı aldı bu film?
- 3 yıl çalıştık “Çınar”a... Ben zaten her sene film çeken yönetmenleri çok tasvip etmiyorum.
◊ Neden o?
- Bir filme ne kadar çok çalışırsanız o kadar başarılı ve değerli oluyor çünkü.
◊ Bu işin bir standartı var mı ki? Bir filme ne kadar çalışılmalı mesela?
- Bence bu süre minimum 2.5-3 yıl olmalı. Her sene bir film çeken yönetmenlerin çok da başarılı olmadıklarını görürsünüz zaten.
◊ Siz 3 yılın karşılığını aldınız ama... Önemli ödüller kazandı
“Çınar”...
- Bana göre Türkiye’nin Oscar’ı olan Uluslararası Antalya Film Festivali’nde, 60 yapım arasında ödüle layık görülen 2 Türk filminden biri oldu. Behlül Dal Jüri Özel Ödülü aldık. Ondan sonra Malatya Film Festivali’nde, Kemal Sunal Halk Jürisi Ödülü gururu yaşadık.
KİEV’DE İNSANLAR AĞLAYARAK SALONDAN ÇIKTI
◊ Yurtdışında gösterim yapma imkanınız da oldu bildiğim kadarıyla...
- Evet birçok ülkede gösterildi, festivallerde yarıştı. Mesela Los Angeles var. Şöyle düşünün Paramount’ta gala yapan belki de ilk Türk filmiyiz. Ve bu hiçbir yerde haber olmadı. Hatta şöyle bir anım var. Los Angeles’tan dönerken yanıma Prof. Dr. Mehmet Haberal oturdu. Dünyanın en büyük cerrahlarından biri. Sohbet ederken dedim ki kendisine “Bu kadar büyük bir başarı gösteriyoruz. Gala yapıyoruz, 300 Amerikalı filme geliyor, ağlıyor. Ama bir tane haber yok”...
◊ Ne cevap verdi?
- “Bak benim yanımda ödülüm var, dünyanın en iyi cerrahı ödülü aldım Los Angeles’ta. Benim de haberim çıkmadı. O yüzden yılma, bıkma” dedi. Popçu değilseniz işiniz zor. Hele de bağımsız sinemanın kendini duyurma imkanı neredeyse hiç yok. Los Angeles tek örnek değil bu arada. Kiev’de de gösterildi “Çınar”. İnsanlar salondan ağlayarak çıktı. Londra’da, Kazakistan’da aynı şekilde. Berlin Film Festivali kapsamında gösterildi. Her gittiğimiz yerde de bize bir teklif geldi.
YAPIMCILAR İLE İŞLETMECİLER BİR ORTAK NOKTA BULACAKTIR
◊ Yapımcılar ve sinema işletmecileri arasında baş gösteren ve giderek büyüyen kriz hakkında ne düşünüyorsunuz?
- İki tarafın da kendine göre haklı olduğu taraflar var gibi geliyor bana. Mesela Mars 800 milyon dolarlık bir yatırım yaptı. Döviz üzerinden inanılmaz yüksek AVM kiraları ödüyor, 2000 çalışanı var. Ama diğer tarafa baktığınız zaman, yapımcıların da payının yükselmesi gerek. Bence bir ortak nokta bulunacaktır.
İKİ DİZİDE ROL ALMIŞ AMA SANIRSIN ROBERT DE NIRO
◊ Türk oyuncular yurtdışında başarılı olabilir mi, ne dersiniz?
- Şöyle bir sorun var, uluslararası ajanslara ulaşamıyorlar. Bir de açık söylemek gerekirse, biraz ego sorunları var bizim oyuncuların. Türkiye’de basit bir dizide, filmde oynayanlarda bile inanılmaz bir ego söz konusu. İki hafta önce projelerimizden birinin başrolü için bir iki dizide başrol oynamış, gerçekten tanımadığım biriyle görüştüm. Karşımda Robert de Niro oturuyordu! Öyle konuşuyor yani.
◊ Hiç mi yurtdışında alkış alacak oyuncu çıkmaz bizden?
- Var tabii ama bir elin parmaklarını geçmez. Mesela Sibel Kekilli... “Homeland” ve “Prison Break”te oynayan Numan Acar... Kimsenin bilmediği ama Robert de Niro ve Al Pacino ile oynamış Halil Özkan var. Bunlar da neden başarılı; ya yurtdışında doğmuşlar ya orada yaşıyorlar. İşlerine bisikletle gidiyorlar. Meryem de (Uzerli) öyle mesela. Sıfır ego. Berlin’de bisikletle geziyor, Artvin’deki çekimlerde de bize hiçbir sorun yaşatmadı. Onların yurtdışında başarılı olma şansları daha fazla işte, çünkü egosuzlar.,
BAŞROL OYUNCUSU GİTTİ DİYE KAÇ ARKADAŞIMIN SETİ PATLADI
◊ Cast seçiminde sadece iyi oyunculuk “evet” demenize yetmiyormuş.
- Evet, sıkıntı yaratmayacak kişilerle çalışmayı tercih ediyorum. Aksi halde çekim süreci çok zor geçiyor. Bir noktada delirebiliyorsunuz. Beşinci gün kavga ediyorsunuz, çekip gidiyor adam. İş de öylece kalıyor.
◊ Sözleşmesi yok mudur bu işin, olur mu öyle “ben gidiyorum” demek!
- Sözleşmeler yeni yeni yapılıyor. Daha önce kaç arkadaşımızın seti patladı. Beşinci gün başrol oyuncusuyla kavga ettiniz, çekti gitti. O çalışma çöp.
KALPLE İLGİLİ SORUNU OLANLAR İZLEMESİN
◊ O kadar mı etkileyici bir filmdi gerçekten?
- Evet. Ağlamadan salondan çıkan çok az. Kalbi sıkışan, ağlama krizine girenler oldu. Yakın bir dostumun babası fenalaştı, filmi durdurmak zorunda kaldık. Kalple ilgili sorunu olanlar izlemesin.
◊ İşin başında önyargılarla karşılaştınız mı?
- Karşılaştım tabii... Engelli olduğunuz zaman şunlar deniyor: “Yürüyemezsin. Okula gidemezsin. Araba kullanamazsın. Konservatuvar okuyamazsın.” Ama ben konservatuvara engelli olarak giren tek adamım. Sonra “Evlenemezsin” dediler. Evlendim. Ankara’daydım, “İstanbul’a gidemezsin” deniyordu. Geldim. Şimdi diyorum ki hedefim Golden Globe.
◊ Bundan sonraki projeleriniz neler?
- Yönetmenlik yapmayacağım uzun bir süre. Ama vizyona girmemiş bir filmimiz var; “Kovan”... Eylem Kaftan’ın yönettiği, Meryem Uzerli’nin başrol oynadığı bir film. Bu yıl festival yolculuğuna başlayacak. Martta Çağhan Özdemir’in “Bembeyaz”ına başlayacağız. Nisanda Eren ve Eyüp Boz’un yöneteceği “Turna Misali” adlı filmimiz var. Özkan Yılmaz’ın yönettiği “Soluk” da kurgu aşamasında. Mesut Uçakan’ın “Hadim”i var, yaz sonu onu çekeceğiz. Bir de Esra Vesu Özçelik’in Londra’da çekilecek olan, başrolünü dünyaca ünlü iki ismin paylaşacağı “Deep And Black” projesinin yapımcısıyım.
Paylaş