Türk mutfağını yeterince ciddiye almadığımızı düşünüyorum. O, ‘‘dünyanın üçüncü büyük mutfağıyız’’ iddiaları falan boş. Bir defa niye üçüncü? Sonra bunu bile ciddiye alan birisi, Japonya'ya tanıtım olsun diye sadece bademle taze fasulye mi götürür?
2003 Japonya'da Türkiye yılı ilan edildi. İşin aslına bakılırsa, bu ‘‘di’’li geçmişin ‘‘di’’si hayli geçmişte kalmış bir ‘‘di’’. Tokyo'da restoran sahibi bir Türk arkadaşım, aylar önce Galata Kulesi'nin kapı komşusu Anemon Otel'in çatısında İstanbul'u ayaklar altına seren o müthiş manzarayı seyrederken iç geçirerek anlatmıştı olmayıp bitmeyeni! Önce manzaraya bakıp hasretinden iç geçiriyor sandım. Meğer dertlendiğinden böyle iç geçirirmiş. Bir kere daha sıranın bize gelmesi için neredeyse bir asır beklememiz gerekecek. Bize altın tepsi içinde sunulmuş bir fırsat olarak değerlendirdi arkadaşım durumu. Kabahat onun değerlendirmesini değerlendiremeyenlerde diye düşünmüştüm o zamanlar. Bu arada hak yememek için bir önceki Tokyo büyükelçimizin uyarı ve gayretlerini, arkadaşımdan naklen, kaydedeyim.
DİPLOMATLA KAVGA
Sonra vaveyla geçtiğimiz cuma günü koptu. Hürriyet'in magazin sayfasında, Tokyo'ya bir tanıtım seferi düzenlendiği yolundaki haber yer alıyordu. Haberin flaşı böyle ama, sayfaya girmesini sağlayan asıl özelliği, modacı Yıldırım Mayruk'un asistanı Barbaros Şansal'ın seferden sorumlu diplomat Osman Çetintaş ile kavgası. Dışişleri Bakanlığı Tanıtım Daire Başkanı Çetintaş, sözüm ona, Şansal'a ‘‘bademler nerede?’’ diye sormuş. Hatta daha ileri giderek, kötü niyetli yorumculara göre hırsını alamayıp, muhatabına ‘‘taze fasulyeler nerede?’’ diye ikinci bir soru yöneltmiş.
Haber, modacı asistanının badem ve taze fasulyeler konusundaki sorumluluğunu açıklamıyor. Küsüp uçaktan inmesi ayrı bir soru işareti. (Karşı cephenin yorumcuları, kendisinin uçaktan inmediğini, aksine atıldığını söylüyor.)
Ben bunları geçtim de, iyi kötü mürekkep yalamış -herhalde Barbaros Şansal zır cahil değil- bir Türk'ün yüce devletini idare eden bir bürokratı, ‘‘sen benim kim olduğumu biliyor musun?’’ durumuna düşürecek hale getirebilmesi.
Her okur yazar Türk, yüce devletimizin Türk bürokrasisinin seçkin kesimlerince yönetildiğini bilir. Belki Milli Mücadele'nin ilk yıllarında ve DP döneminde bazı sapkınlıklara rastlanır ama o kadar kusur her yerde mevcut. Ayrıca devletimiz, 1960 askeri darbesinden hemen sonra, ‘‘mümtaz’’ hukukçularımızın desteği ile, Türk bürokrasisinin konumunu anayasal tedbirlerle tahkim etti. O kale hiçbir güç tarafından işgal edilemez, işgal edilmesi teklif dahi edilemez, böyle bir durumun hayali dahi feci şekilde suçtur. Çünkü Türkiye, halkının kıymetini takdir edemeyeceği ölçüde önemli bir ülkedir ve asla erazil ve esafil sürülerine teslim edilemez. Bu önemdeki ülkenin yönetimi de diplomatik ve askeri seçkinlere aittir.
Şaka yapıyorum sanmayın. Bu vatanın entelektüellerine sol cenahtan yanaşan bir gazetemizin birkaç gün önceki sayısının beşinci sayfasındaki köşe yazarı -hadi adını da söyleyeyim, Radikal'den Türker Alkan- makalesine şöyle başlık atmış: ‘‘Hakimiyet kayıtsız şartsız AKP'nin midir?’’ Haşa! Milletin ve onun vekillerinin siyasi temsilcilerinin bir demokraside böyle bir iddiası veya talebi olabilir mi hiç?
TÜRKİYE-İTALYA FARKLI
İşte beni cehaletiyle sinirlendirip asıl konudan uzaklaştıran modacı asistanı bunları bilmeden davranmış.
Hadi o cahil diyelim. Ama Türkiye'nin tanıtımından sorumlu olanlar nerede? Salı günü Gila Benmayor, Hürriyet'teki köşesinde Japonya tanıtımında İtalya'nın sıra kendisinde iken yaptığı tanıtımın bütçesini yazmış. Kısacası biz onların üçte birine varamamışız.
Şimdi hemen ‘‘her şeyi devlet mi yapsın?’’ sorusu gündeme taşınmasın. Elbette her şeyi devlet yapmasın. Ancak hiç olmazsa bilgilendirme ve koordinasyon işi devlete düşmez mi?
Gila, bu tanıtım işinin Japonya ayağındaki Densu şirketiyle sadece iki ay önce bağlantı kurulduğunu yazıyor. Geç, hem de çok geç değil mi?
Özel sektörümüz bu işe istekli değilmiş. Bunu son anda girişilen çerden çöpten uygulamalarda para saçmamak sağduyusuna bağlıyorum. İşini ciddiye alan adamlar elbette laf olsun torba dolsun diye yapılan gözboyamacılığına para yatırmaz. Öte yandan büyük şirketlerin Japonya'da 2003'ün Türkiye yılı ilan edilmesi işinden ve buna bağlı tanıtım meselesinden haberdar olmamasına da şaşmamak elde değil. TÜSİAD, Ticaret Odaları, İhracatçı Birlikleri nerede?
Her hafta bu köşeyi okuyanların, yazının burasına kadar sabrı yettiyse, şaşırayazdıklarını sanırım. Çünkü benden beklenenin bir yemek yazısı olduğunu elbette biliyorum. Oysa yazı bambaşka bir seyir izledi. Doğrusu da buydu. Çünkü Türk mutfağını yeterince ciddiye almadığımızı düşünüyorum. O, ‘‘dünyanın üçüncü büyük mutfağıyız’’ iddiaları falan boş. Bir defa niye üçüncü? Sonra bunu bile ciddiye alan birisi, Japonya'ya tanıtım olsun diye sadece bademle taze fasulye mi götürür?
Türk gıda sektörünü suçluyorum. Onlar bu memleketten kazandıklarını tekrar bu ülkeye yatırmıyor. Et, süt, pirinç, elma yetiştirmekle iş olmaz. Olmuyor da zaten. Biz de zeytinyağı yapıyoruz, Japonya'daki tanıtımını ciddiye alan İtalyanlar da. Bizimki üç kuruşa müşteri bekliyor, İtalyanlarınki bizimkinin beş misline kapanın elinde kalıyor. Aradaki fark modern üretim, akademik yatırım ve işin kültürel yanını vurgulamak. Bizde gıda alanında akademik işlere veya kültürel alanlara özel sektör ne yatırım yapıyor? Yatırım olmayınca getiri de yok. Türkiye dışında kimse Türk tarım ürününü tanımıyor. Markalı satışımız hiç düzeyinde.
Yine İtalyanlardan bir örnek vereyim. Adamlar Alice diye bir televizyon kanalı kurmuşlar. Günde yirmi dört saat İtalyan mutfağının ve tarım ürünlerinin reklamını yapıyorlar. Hem de tanıtımı nasıl güzel başarıyorlar, seyreden görüyor.
FOLKLORİK TANITIM YETMEZ
Bizdeki kısır döngü ise bumerang etkisiyle geri dönüp Türk gıda sektörünü vuruyor. Onlar yere düşünce, köylüye ve tarımsal alandaki diğer üreticilere kalan mezara girip ölmek oluyor.
Gıdanın, tarımın küçümsenmesine karşıyım. Bu işlerin ciddiye alınması gerekiyor. Oysa bizde tam aksi bir davranış moda. Mesela yeni hükûmet -tabii hálá yeniliğinden söz edilebilirse- Davos'ta yemekli bir Türk gecesi düzenleyince bu işe kızanlar hemen yoksulluk edebiyatına başlamıştı.
Oysa bir ülkenin yiyecekleriyle sahneye çıkarılması yerinde bir davranış. Yanlış ya da eksik olan bu tanıtımın folklorik düzeyde tutulması.
İşin özü şu: Eğer yemeklerimizin tanıtımının arkasında gıda sektörünün bilinçli, kararlı ve planlı desteği olmazsa yapılanlar uzun vadede sonuç vermez. Buz üstüne yazılmış yazı gibi çabucak kaybolur. Bir hoşluktan ibaret kalır. Türk üreticisine ve ekonomisine yararı dokunmaz. O yüzden de nafile işler dosyasına kaldırılır. Yapılanlar eleştirilecekse, doğrusu budur.
F KLAVYE KAMPANYASINI DESTEKLEYELİM
Dert bir değil ki yazıp kurtulalım. Kendi kültürünün önemini bilmeyenler, ya da bir küreselleşme masalının peşine takılmış yarı cahiller yüzünden Türkçe'nin düştüğü hale her gün ağlıyorum.
Türk dili bizzat bizim insanlarımızca böylesine küçümsenince elin oğlu da boş durmuyor. Biz Türkçeyi tanımazsak, o hiç tanımıyor. Türkçeye özgü klavyelerin ortadan kalkışından anlıyorum bunu.
Anlamak bir yana, her gün Q klavye ile yazı yazmanın ıstırabını yaşıyorum. Yurtsan Atakan'ın Türkçeye özgü F klavyenin bilgisayarlarda yer almasına ilişkin mücadelesini yürüttüğü bayrağın altında toplanalım. Kendimizi küçük görmekle bir yere varamayız.