Geçen hafta Ren nehri üzerinde romantik bir geziyi anlatacağım derken ancak nehrin kenarına varabilmiştim. Yiyip içtiklerim de ister istemez bir günün öğünleriyle sınırlı kaldı.
Doğrusu o gün öğle yemeğinde ne yediğimi de hiç hatırlamıyorum. 'Belki de bir şey yemedim' diyeceğim ama o da mümkün olamaz. Çünkü o kadar açlığa dayanamam. Muhtemelen kayda değer bir şey yemedim. Ama o öğleden sonra içtiğim sek Riesling şaraplarını unutmadan not etmişim. Bir de eski bir zarfın üzerinde akşam yemeğinde içtiğimiz şaraplara ait kargacık burgacık bir yazı ile tutulmuş notlar buldum.
Bu arada Alman şarap literatürü çok farklı. 'Auslase'ler, 'Spatlese'ler, 'Kabinett'ler havada uçuşuyor. Halbuki gelenek her yerde olduğu gibi Roma'ya bağlı. Buralara ilk bağları Romalılar dikmiş. Ren nehrinin batı kıyısı için bunu yadırgamıyorum. Ama öte yanda da bağlar var. 'Onlar da Romalılardan kalma' dediklerinde şaşırıyorum. Çünkü tarihten biliyorum ki Ren nehri barbarlar ile Romalılar arasındaki neredeyse ebedi sınırdı. Uygarlık nehrin öteki kıyısındaydı. Oysa bilinen birkaç kilometre farkla yanlışmış. Roma sınırı zorlamış ve bir ara da karşı kıyıya geçmiş. Barbar kabileleri bira yerine şarapla tanıştırmış. Şarap ve uygarlık elele vererek burada kök salmışlar. Romalılar sonra barbar akınları karşısında geri çekilmişler. Ama bağlar ve şarap öylece yerli yerinde kalmış. Uygarlık bir daha geri adım atmamış.
Şarabın bu kadar üzerinde durmam, yazıların yolculukla ilgili kısmının Mehmet Yaşin'e ait olmasından sanmayın. Ren romantizminin altında yatan en önemli öğe bence, romantizme adını veren nehirden bile ötede onu kutsayan şarap. Soylu bir içki ile romans öyle güzel bir uyum gösteriyor ki, inkarı çok güç. Ortaçağ kaleleri, şatoları, manastırları da bu aşk öyküsünün muhteşem dekorunu oluşturuyor. Romantizm -bence adı konmamış bir biçimde- Romalıların ilk asmayı diktikleri günden beri Ren'de yaşıyor. Ortaya çıkmak için şairlerini ve seyyahlarını beklemiş. İki bin yıla yakın bu sabırlı bekleyiş için ise sabrın karşısında saygıyla eğilmekten başka yapılabilecek bir şey yok.
ADIMBAŞI ŞATO
Romantizmin romansını bir an için kenara bırakırsak, işin gerçekçi yanını görmek mümkün. Aslında tarihi üç yüzyılı bile bulmayan sanayi devrimine kadar Ren nehri ucuz ulaşım ve taşımacılığın rantına göz dikenleri çekmiş. Nehrin iki kıyısındaki bağlardaki üzümlerin getirisi şarap ise bu çekiciliği tamamlamış. Bir yazımda soyluluk milliyet, kavim, ırk tanımaz demiştim. Ren nehrinde bunu görmek mümkün. İlk akşam Eltville'de yemek yediğimiz lokanta muhteşem bir şato yavrusu idi. Sahibi ise Alman Milli Meclisi nezdindeki Felemenk (şimdiki adıyla Hollanda) Büyükelçisi olan bir Fransız soylusu Kont Grunne de Henricourt!
Programın güzelliğine bakın ki, ilk akşamki şato bahçesindeki yemek sadece şaşırmamamız için bir uyarıymış. Çünkü Ren boyunca adım başı bu şatolara rastlıyorsunuz. Bazısı gerçekten çok eski. Mesela Umberto Eco'nun ünlü romanı 'Gülün Adı'nın filminin çekildiği bin yıllık manastır gibi. Bazısı ise birkaç yüzyıl öncesi düşlenerek sonradan yapılmış şatolar.
Ren nehri onlarca milletten soylusu, keşişi, köylüsü herkesi çekmiş. Nitekim 'Gülün Adı' ile bir kere daha ünlenen Eberbach manastırı da bir Fransız keşişin kurduğu ve çoğu Fransız biraderlerin biraraya geldiği bir tarikata ait. Kabinett şarapları ilk kez burada bir 'kabine' içinde saklandığı için bu adı almış.
Oradan geç hasat üzümlerden yapılan Spatlese şaraplarının ilk keşfedildiği yere geçiyoruz. Burası Prens Metternich'in bağlarla çevrili malikanesi. Şatonun şimdiki sahibesi, bu soylu Alman ailesine gelin gelmiş bir Rus prensesi. Bence Ren'de romantizmi destekleyen bir şey de bu kavim renkliliği.
NAZLI NEHRİN ÖPÜCÜĞÜ
Eltville'e takılıp kalmayayım diye biraz da yolculuğumuzun ikinci önemli durağı Koblenz'den söz edeyim. Bu kentte beni en çok iki nehrin buluşması etkiledi. Ren ve Mosel burada karşı kıyıdaki şatodan bakıldığında insanın gözünü alamadığı güzellikteki bir noktada birleşiyor. Ben bunda müthiş bir vuslat resmi gördüm. İki nazlı nehrin sularının öpüşmesi içimi titretti. Oysa bunun bir hikayesi falan yokmuş. Çok yazık. Hatta bence daha kötüsü o noktaya ilk Alman imparatorunun heykelini dikmişler. Yüzlerce küçük prensliğin oluşturduğu rengarenk bir Almanya'nın da sonunu simgeliyor bu heykel. Artık Reich başlıyor. Heine'nin geçen hafta Londra notlarından aldığım Almanya izlenimleri sona eriyor. Bu aynı zamanda romantizmin de sonu.
İDDİALI ŞARAPLAR
Bir son da gezimize ait. Ancak noktayı koymadan Koblenz'deki turizm ofisinin şirin bir bahçeli lokantada bize düzenlediği muhteşem bir Alman şara pları tadımı vardı ki, söylemezsem eksik kalır. Weindorf 75 yıllık geçmişi ile de Koblenzlilerin gurur duyduğu bir mekan. Dürüst davranmak gerekirse, burada lezzetli ama çarpıcı olma iddiası taşımayan yemekler yedik. Ama şaraplar! Onları da birkaç kelimeyle aktarmaya çalışayım.
İlk içtiğimiz Koblenzer Schnorbach Brückstück, Almanların deyimiyle bir 'Qualitatswein'. Bu içkinin 'sofra şarabı' kategorisini üzerinde olduğuna işaret ediyor. Çelik tankta soğuk fermantasyon yapılmış. Riesling'in o kıpır kıpır hali var. Çok az Müller Thurgau çeşidiyle kupe edilmiş. Şarap yüzde 11 alkollü. Onun arkasından bir Mosel-Saar-Ruwer 1999 içiyoruz. Bu da bir Riesling. 'Kabinett' oluşu da üzümünün olgunluk açısından çok üstlerde olmadığına işaret ediyor. Dömisek ve 9.5 derecelik alkolü çok düşük. Ama şarap güzel. Üçüncü tattığımız ise mükemmel: 1999 Moselweisser Hamm. Josef Reif adlı bir üreticinin sek Riesling şarabı. Asidite insanı çarpıyor. Kalitesiyle ağırbaşlı, yapısıyla kıpır kıpır bir şarap bu. Bir de Schwaab adlı bir şarapçının Mosel Saar Ruwer markalı 1999 Riesling'ini içtik. İnanılmaz ölçüde sek ve gerçekten güzel bir şaraptı. Tabii başka ilginç şaraplar da var. Mesela Königshof Mittelrhein şarap firmasının 1998 Bapparder Hamm'ını unutamam. Bir Riesling'in bu kadar güzel şeftali kokacağı doğrusu aklıma gelmezdi.
Almanya izlenimleri daha çok... Ama hikayenin Ren kısmını burada noktalamam gerekiyor. Haftaya size yine Almanya'dan, ama bu kez uçaklarla ilgili başka bir yemek öyküsü anlatacağım.