Sofralardaki Türkiye-Avrupa ilişkisi

Tuğrul ŞAVKAY
Haberin Devamı

Türkiye'de yaygın yanlış inanışlardan biri bizim Avrupa dışında bir varlığımız, dahası Avrupa-dışı bir kültürümüz olduğu.

Benzer bir tutum, Cumhuriyet'in ilk yıllarında Milli Mücadele'nin meşruiyeti batı düşmanlığı derecesine çıkartılarak istismar edilmişti.

Oysa tarih farklı bir söylemi haklı kılmakta. Malazgirt Savaşı ile birlikte Türkler Avrupa içinde yer alma kararlığını açıkça belirtmiş bulunuyor.

Elbette bunlar bizi tipik bir Batılı ülke yapmaz. Ama farkın altını kalın biçimde çizip benzerlikleri yok saymak da çok yanlış.

Geçtiğimiz bayram ve yılbaşı tatili sırasında İsmet Özel'in bir yazısı dikkatimi çekti. Özel, 'Avrupa tarihi Türk varlığı hesaba katılmaksızın yazıldığı takdirde ortaya eciş bücüş bir hikaye çıkar' diyor. Çok doğru. Aynı şey, Türk tarihi açısından da geçerli.

Murat Bardakçı'nın 'Ramazan Çadırı'nda çıkan bir başka yazı ise aynı konuyu işliyordu. Bardakçı, yazısında Türk ve Avrupa yemek adetlerine değinmiş: 'Biz şark dünyasının hemen her yerinde olduğu gibi yemeklerimizi tarih boyunca hep yerde yedik. Yerlere 'sofra' denilen şık örtüler serer, bunların üzerine siniler koyar, yemekleri sinilere dizer ve etrafında diz çöküp afiyetle yerdik. (...) Bu adet on dokuzuncu asrın ortalarına, Tanzimat dönemine kadar yüzyıllar boyunca hiç değişmeden devam etti...'

Bardakçı daha ilerideki satırlarda bu adetin Tanzimat'la birlikte değiştiğini yazıyor. Masa ve sandalyenin, çatal ve bıçağın gündelik hayatımıza girdiğini söylüyor. Sonra da kuraldışı bazı durumları anlatıyor.

Murat Bardakçı'nın tespitleri elbette çok doğru. Bugün onu açacak değilim. Endişem, bu yazının okurlarda 'Biz bize benzeriz' yargısını pekiştirmesi. Oysa gerçek böyle değil.

ÇATAL YERİNE EKMEK

Örnek olsun diye bugün bazı Ortaçağ Batı adetlerinden söz edeceğim. Çerçeveyi de yeme içme görgüsüne ilişkin kurallar oluşturacak.

Bize özgü sayılan sofra geleneklerinden biri olarak sık sık 'ortadan yemek yeme' adeti anılır. Peki, Avrupa'da ezelden beri kişisel bir servis mi söz konusuydu?

Kültür tarihçisi Reay Tannahill bu sorunun cevabını şöyle veriyor: ‘Ortaçağ'da Avrupa'da sadece büyük adamlara kişisel servis yapılırdı. (Yeri gelmişken Murat Bardakçı'nın yazısındaki bir cümleye atıfta bulunayım. Bardakçı aynı dönem Osmanlısı’ndan söz ederken, 'Hükümdarlar ise yemeklerini tek başlarına yerlerdi ve bu protokolün bir parçasıydı' diyor.) Diğerleri ise, eğer masanın yalnız bir yanına oturmuşlarsa, çiftler halinde yerlerdi. Masanın iki yanına da oturulması halinde ise dört kişiye bir servis konurdu.’ Demek 'ortadan yemek yemek' bize özgü bir adet değilmiş!

Peki ya çatal bıçak kullanımı yine ezelden gelen bir Batı geleneği mi?

Bu sorunun cevabı da olumsuz. Çatal aslında çok eski bir Bizans buluşu. Ancak sadece sarayda ve çok soylu evlerde kullanılmış. Yani halka inmemiş! Batı ise çatalı Bizans'ı bilen İtalyan tüccarları sayesinde tanımış. Rönesans ise bu egzotik aletin yaygınlaşmasını sağlamış. Avrupa Rönesans'a kadar -hatta çok daha sonraki tarihlerde bile- yemeğini sadece bıçakla yemiş. Çatalın yerini ise eller tutmuş. Tıpkı bizdeki gibi!

Bu konuda 'trencher' denilen bir dilim ekmek yardımcı olmuş. Elle ortadaki tabaktan alınan yiyecek, sofrayı ve üstü başı kirletmeden bu ekmek diliminin üzerine alınmış ve ağza götürülmüş. Bir tür tabak görevi üstlenen ekmek ise soylularca pek yenilmemiş.

Bu yüzden Ortaçağ Avrupası'nın görgü kitaplarında sık sık 'elleriniz temiz olsa bile, yemekten önce getirilen ibrikle ellerinizi yıkayın ki, sizinle aynı tabaktan yiyenler rahatsız olmasın' denir. 1290 yılında Fra Bonvicino da Riva'nın yazdığı bir görgü kitabında ise 'ellerinizi yıkadıktan sonra kulağınızı, burnunuzu karıştırmayın. Unutmayın ki ortadaki bir tabakta bulunan yemeği paylaşmaktasınız' deniyor.

O dönemin Türk görgü kitaplarından da örnekler vermek isterdim. Ama yerimi şimdiden aştım. Ama bana güvenecek olursanız, aynı şeyleri, neredeyse aynı sözcüklerle bu kitaplarda da bulabileceğinizi söyleyebilirim.

Avrupa ile bizim farkımız ise onların bu adetlere yapışıp kalmamış olmaları.

Avrupa Topluluğu ile de sorunumuz bu değil mi? Adamlar, 'bizim kolalı keten örtülü, herkesin önüne tek tek tabak konulan, çatallı bıçaklı soframıza buyrun' diyorlar. Yemek ise bir tür fiks mönü. Ana teması da demokrasi ve insan hakları. Biz ise 'bu bizim adetimize uymaz. İlle de a la kart yemek ister ve elle ve ortadan yeriz' diyoruz. Bazı aklı evvellerimiz de bunun Avrupa için yerel bir renk oluşturacağını öne sürüyor. İsmet Paşa'nın deyimiyle, 'Hadi canım sen de!'

Masa ve sandalye, çatal ve bıçak gündelik hayatımıza Tanzimat ile girdi.

Yazarın Tüm Yazıları