Tuğrul Şavkay: Niçin kazıklanıyoruz?







Tuğrul ŞAVKAY
Haberin Devamı

Hatırlayacaksınız, bir ay önce kendi kendisini şampiyon ilan eden bir süpermarkette Alaska'nın mezgit benzeri balıkları ve bol katkı maddesinden üretilen sözde istakoz ve yengeçlerden söz etmiştim. Sorumluların hiçbiri üzerine alınmadı.

Bir yerde vahim bir yanlış yapılmıştır

ne yadsımaya dilim varır

ne düzeltmeye gücüm yeter

meyus bir papağan gibi tenhada bırakılmış

harıl harıl

içimdeki bozgunla söyleşirim

Atilla İlhan

(Baki'ye Gazel)

Başlığın yeterince kibar olmadığını biliyorum. Yine de durumumuzu ‘‘kazıklanmak’’tan başka bir kelimeyle ifade etmenin pek de gerçekçi olmadığını düşünüyorum.

Hatırlayacaksınız, bir ay önce kendi kendisini şampiyon ilan eden bir süpermarkette Alaska'nın mezgit benzeri balıkları ve bol katkı maddesinden üretilen sözde istakoz ve yengeçlerden söz etmiştim. Üretici ve ithalatçı firmalardan bu yazım üzerine ses soluk çıkmadı.

Ticaretin kár esası üzerine kurulduğunu bilmez değilim. Buna karşılık kar etmenin de ahlaki bir çerçevesi var, yoksa da olmalı. Bugün bizde eksikliği çekilen iktisadi ahlak, Batı'da vahşi kapitalizm döneminde bile mevcuttu. Kapitalist hukuk bu çerçeveyi çizmek için yaratıldı. Devletin en önemli varlık sebeplerinden biri de bu hukukun yaratılması ve işletilmesi değil mi?

ÇERÇÖP ALTIN OLDU

Üç kuruşluk Alaska mezgitini boyayıp istakoz veya yengeç diye pazarlayanlardan aradan geçen bunca zaman içinde en ufak bir açıklama gelmemesini anlayabilmiş değilim. Oysa onların kamuoyuna en azından bir açıklama borçları vardı. Üstelik bunu açık açık gazetede yazmakla yetinmedim. Bu sahte ürünleri yapanlar kadar satanların da vebal altında olduğunu düşündüğümden Şampiyon süpermarketin Fransız yöneticilerine yazılı bir şikayette bulundum. Ona da cevap vermek gereğini duymadılar. Sanki böyle bir yükümlülükleri yok!

Ama daha önemlisi, buna izin veren kamu otoritesinden de -açık ihbara rağmen- tek bir kelimelik açıklama gelmemiş olması. Daha net söyleyeyim: Bu ürünlere izin veren Tarım Bakanlığı. Anlaşılan bu bakanlık bakan ama görmeyen bakar körlerle dolu. Tabii böylesi bir yorumu çok iyimser bulmak da mümkün. Daha kötüsünü ben yazmayayım da siz anlayın!

Peki, sonuçta ne oluyor? Bu ürünler sadece süpermarketlerde satılmıyor. İstanbul başta olmak üzere Türkiye'nin birçok yerinde bunlar pahalı salataların, yemeklerin ana malzemesi olarak tüketiciye yediriliyor. Ürünlerin hak edilmemiş astronomik fiyatları buralarda üçe, dörde, beşe katlanıyor.

‘‘Almasınlar’’ ve ‘‘yemesinler’’ dediğinizi duyar gibiyim. Ama alıyor ve yiyorlar. Çünkü modanın dışına düşebilmek gerçekte sanılandan çok daha zor. Unutulmamalı ki, işin ekonomik olduğu kadar bir de sosyolojik yanı var. Özellikle belli bir gelir grubundakiler için bunlar bir statü sembolü. Onları taklide yeltenenler açısından da öyle. Dolayısıyla bu tür ürünleri alıp yemeyenler, kendilerini herkesin smokin giydiği bir ortamda potur veya şalvarla dolaşır gibi hissetmekte. Onlar belki kendilerine kalsa lahmacun ve çiğ köfte ile yetinecekler ama, necip basınımızda yol gösterici rolüne soyunmuş bazı restoran eleştirmenlerini okudukça insanın bundan kaçınabilmesi çok zor. Bunların büyük bir kısmının işin aslından haberleri olmadığı için aynı zokayı onlar da yutmakta. Çer çöpü altın değerinde göstermekteler. Moliere'in ‘‘Kibarlık Budalası’’nda kendisini sosyeteye kabul ettirmeye çalışan sonradan görme Mösyö Jourdain'in hocası olacak kalibrede adam da yok denecek kadar az.

GERÇEK SOSYETE YOK

Galiba sorunun daha esaslı bir yanı, bizde böyle gerçek bir sosyetenin olmaması. Engin Ardıç, geçenlerde 'Anlamaz ki hayvan' başlığıyla -benim ifade sınırlarımı aşan bir gerçekçilikte- bir yazı yazmış. Üslubumuz uyuşmasa da, bir alıntı yapmama izin verin. ‘‘Eskiden hırt sayısı azdı. ‘Hacıağa' diye dalga geçilenler bir sınıf değil, pek pek bir zümre oluşturuyorlardı' diyor. 'Oysa şimdi' diye devam ediyor, 'gayet güçlü bir sınıftırlar. Henüz devleti idare edecek, bürokrasiye açıktan kafa tutacak kadar değil, ama kendi görgüsüz hışırlıklarını bütün toplama norm olarak empoze etmeyi başardılar.’’ Engin Ardıç, ‘‘bunları yontmak gerek’’ yargısını şöyle pekiştiriyor: ‘‘Bunları yontmalı ki, ileride Türkiye yarmaların eline kalmasın.’’

Bunlar bir avuç azınlık yargısının yanıltıcı etkisine sakın kapılınmasın. Evet, altmış milyonluk Türkiye’de bu televoleci zenginler bir avuç azınlık, ama bizim normlarımızı da giderek artan ölçüde onlar belirliyor. Televizyon karşısında büyülenenlerin maruz kaldığı kültür şoku değil yalnız sorun. İstanbul'da eli yüzü düzgün bir restoran açan hemen herkes, adam başına bir yemek için yüz milyonun civarında para tahsil edemediği zaman kendini enayi yerine konmuş hissediyor. Çünkü sıradan bir yemek ve sıradan bir yabancı şarap satarak bu parayı tahsil eden çok. Üstelik bu paraları ödeyenler hiç de yolunmuş kaz gibi bağırmıyorlar.

KİMSE İTİRAZ ETMİYOR

İşin toplumu ilgilendiren yanını bir kere daha belirteyim. Kötü örnek, bal gibi de örnek oluşturuyor. Müşterisini kazıklamayanlar kendilerini enayi yerine konmuş hissediyor.

Yazıyı şu günlerde yazmamın özel bir nedeni var. Yazlıklar pıtrak gibi açılmakta ve necip televoleci basınımızda geniş bir yer tutmaktalar. Bu ise bir 'katarsis' yazısı. Yani oyunun en heyecanlı yerinde seyirciyi sarsıp kendine getirmek ve hayal dünyasından geçekler dünyasına döndürmek amacını taşıyor. Umarım mesaj yerini bulur.

Yazarın Tüm Yazıları