Birkaç gündür müthiş üşütmüş halde, şu sıcak yaz günlerinde yatak döşek yatmaktayım. Ateşim yok, ama kırıklık başa bela. Parmağımı oynatacak mecali bulamıyorum. Aslında hasta olduğumu bunlardan değil, yemek yeme arzumdan anlarım. Hani kızlar güzel olduklarını söylemeye utandıklarında ‘‘arkadaşlarım güzel olduğumu söylerler’’ derler ya, ben de aynı formülle söyleyecek olursam, ‘‘iyi zamanlarımda iştahımın maşallahı olduğunu söylerler’’ diyeyim. Oysa bir süredir neredeyse serumla beslenenler gibiyim. Ağzıma bir lokma bir şey koymaya üşeniyorum. Demek ki ciddi bir hastalık geçirmekteyim.Hastalık beni Dallas'tan New York'a uçacakken havaalanında yakaladı. Uçağa binip havalansak belki hastalıktan yakamı kurtarabileceğim, ama nerede bende o şans. İşin esasına bakılacak olursa, hastalıkla havalar arasında çok yakın bir ilişki mevcut. Amerikalılar nedense havanın mutlaka kutup soğuğu derecesinde olması yönünde sabit bir fikre sahipler. Daha azı onlara cehennemi hatırlatıyor olmalı. Ne var ki, tabiat asla onlara uyum göstermek gibi bir çaba içinde bulunmamakta. Gereği neyse, dışarıda hava aynen öyle. Dallas'ta Allah'ın yaz gününde hava olması gerektiği gibi bayağı sıcak. Havaya inat bina içleri buz deposu ısısında. Girdik bir binaya, çıkmayalım şuradan diyorsunuz, ama mümkün mü? İnsan bu. Yirmidört saat aynı yerde kapalı kalmak tabiatına aykırı. Kafayı dışarı çıkarmakla eşzamanlı olarak tahminlerin aksine kafanız ısınacağına üşüyor. Türkçesi, kafayı üşütüyorsunuz. Çünkü onca soğuktan sonra bu sıcaklık akıllara ziyan!Çoğu zaman kapıdan çıkar çıkmaz arabaya binmek de durumu kurtarmıyor. Hatta bu daha tehlikeli. Çünkü arabalar sadece buz gibi soğuk değil, aynı zamanda arabanın dört bir yanına yerleştirilmiş nihan birtakım deliklerden oranıza buranıza soğuk hava üflüyorlar. O anda aslında sakin bir kutup havasına rıza gösterdiğinizi anlıyorsunuz, yeter ki fırtına olmasın...Hadi diyelim ki, hapse razı olup kendinizi beş yıldızlı harika bir otelin içine kapadınız. Yine de tehlike büsbütün uzaklaşmış sayılmaz. Çünkü Amerikalıları tanımıyorsanız bir bardak su bile sizin sonunuzu -hem de geride hiçbir cinayet izi bırakmadan- getirebilir. Nasıl derseniz anlatayım. Bir Amerikalı'dan bir bardak su istediğinizde -mevsimin yaz veya kış olmasına hiç aldırmadan- yaptığı ilk iş bardağı ağzına kadar buzla doldurmak oluyor. Sonra iyice soğutulmuş suyu bu buzların arasına girecek miktarda bardağa koyuyor. Bu arada biraz da oyalanırsanız, eriyen buzlar zaten buz ısısına yakın soğukluktaki suyu biraz daha soğutuyor. Benim anlamadığım Amerikalıların misafir bir bardak suyu afiyetle içtikten sonra niye ‘‘Allah şifalar versin’’ demedikleri! Bu arada yeri gelmişken su için söylediklerimin aynen bütün içecek ve içkiler için de geçerli olduğunu belirteyim.Kırkiki blok yayanAmerikalıların garip olmaları, New York'ta zirveye çıkmakta. Bence New York bir yana, Amerika'nın geri kalan yerleri ise öbür yana. Ortak yönleri her ikisinin de aynı federal hükümete bağlılıkları ve resmi dilin İngilizce olmasından ibaret. Gerçi münafıklar bu iki hususu da şüpheyle karşılıyorlarsa da böyle konular bu yazının sınırını aşıyor. Ancak İngilizce bilmenin en azından New York taksi şoförleri üzerinde hemen hiçbir etkisi bulunmadığının kişisel tanıklarından biri olduğumu da belirtmeden geçmemeyim. Serdar Turgut'un aksine, Svahili dili yerine Pakistan'da yaygın olan Urdu dilinin New Yorklu taksi şoförleriyle anlaşabilmek için daha geçerli olduğunu keşfettim. Ancak o dili bilmediğimden, sabırla koruk helva olur deyip her adresi birkaç kez tekrarlayarak veya bazen kâğıda yazıp göstererek gidebileceğim yerlere ulaştım. Yürüyerek topu topu kırkbeş dakika ya da bir saat kadar süren yirmi otuz blok gibi kısa (!) mesafeleri yaya gitmenin sinirlerime daha iyi geldiğini keşfettiğimde, New York'ta daha ikinci günümü yeni doldurmuştum. Hatta bir kere kırk iki bloğu yayan yürüyerek sinirlerimi iyice rahatlattım. Bunun tek zararı, ayaklarımın kabarması ve bütün gece buzlu suda bekletmem oldu. Hem uyuyamadım, hem de bunun her defasında suyumu buzsuz istediğim için bana ifrit olan Haitili barmenin bir tür intikamı olduğunu düşündüm.Kısa zamanda boğazım soğuk sudan, ayaklarım ise yürümekten davul gibi şiştiyse de, bir küçük sigar ile bütün bunları unutabilirdim. Ancak boğazım buna bile elvermedi. Ben de ‘‘zaten burada Havana puroları satılmıyor’’ yollu bir züğürt tesellisine kapıldım. Halbuki Davidoff'un dükkânında o kadar güzel purolar vardı ki! Bir de Teksas'ta çok ünlü bir Kübalı ailenin elde yaptığı ve bana hediye edilmiş sigarlardan pekâlâ birkaç tane tüttürebilirdim. Yalnız bunun için iyice paraya kıyıp tütüne izin veren, sıradan Amerikalılara göre ‘‘sapıklara mahsus’’ mekânlara gitmek gerekiyor. Bir akşam, tütün kullanamadığım halde, iyi bir bira içmek için böyle bir bara gittim. Vallahi etrafımdakilerin hiçbiri bende öyle bir sapık izlenimi uyandırmadı. Çoğu borsacı veya üst düzey genç yöneticiye benzer insanlardı. Sadece harika biralarla sıradan ticari markalar arasındaki farkı fark edebilecek kadar zeki ve zevk sahibi görünüyorlardı, o kadar.New York'un garip bir kent olduğuna karar vermeme sadece bu izlenimlerim yol açmadı elbette. Bir kere ortada nedense hiç asker, hatta polis görünmüyor. Askerlerin ve polislerin varolduğunu filmlerden çok iyi biliyorum. Hollywood'un hayal ticareti yaptığı öteden beri söylenir ama bütün dünyayı bu kadar da kandırmış olamazlar. Hem zaten geçen yıl Washington D.C.'de yapılan Türk-Amerikan Dernekleri toplantısında canlı kanlı Amerikan askerlerini bizzat görmüştüm. Hadi burada askerler kışlalarında oturuyor diyelim. Peki polisler nerede? Hani o canavar düdüklerini öttürüp yüzlerce arabayı telef ederek ve bir o kadar da adamı kaza sonucu öldürüp suçluyu yakalayan polisler nerede? Onlara yalnız, o da tek tük 5.Cadde'de rastladım. Polis görmek isteyen ve göremeyince benim gibi rahatsız olan Türklere tavsiyem, otellerini Bronx, Harlem, Queens gibi semtlerde ayırtmaları. Belki o zaman biraz daha şanslı olurlar.Lütfen, allahın emriPolisin yollardaki yokluğu kadar, önemli kişilerin bu kentte olmayışı da beni çok şaşırttı. Mesela bizim havaalanlarında VİP denen Çok Önemli Kişiler'e ayrılmış salonlar dolar taşar. Hatta sık sık ek inşaat yapıp buraları genişletmek gerekir. Bu Amerikalılar hem dünyaya nizamat verirler, hem de dünyanın başkenti sayılan New York nam şehirlerinde nasıl bu önemli insanlar bulunmaz diye çok düşündüm. Günümü ve gecemi neredeyse büsbütün sokakta geçirdiğim halde, hiçbir siren sesi, ‘‘yol açın’’ bağırışı, polis korteji ve benzeri bir olaya tanık olamadım. Ama bence kabahat zaten polislerde. Adamlar polis oldukları halde, kurallara başkalarına örnek olacak biçimde uyuyorlar. Şimdi oldu mu ya?New York'ta bir kez daha dikkatimi çeken bir Batılı tavrı da insanı çileden çıkartacak gibi. Herkes birbirinden bir şey istediğinde -sanki Allah'ın emriymiş gibi- ille de ‘‘lütfen’’ diyor. Neredeyse amiri memurundan rica edecek. Rezalet bununla da bitmiyor. Herkes herkese en ufak bir şey için bile mutlaka ‘‘teşekkür’’ ediyor. Sizin de kolayca hak vereceğiniz gibi, bunlar sıradan bir Türk vatandaşını çileden çıkartacak davranışlar.Bu New York denen kentte biraz daha otursam, ahlakımın iyiden iyiye bozulacağını çabuk fark ettiğim için erkenden, hasta masta demeyip vatanıma döndüm. Giriş damgası için pasaport kuyruğuna girince uzun kuyruklara girmenin enayilik olduğunu bilip hemen sağdan soldan ‘‘kaynak’’ yapmaya çalışan vatandaşlarımı görüp rahatladım. Bu arada gözüm yandaki masadan vizesini alıp sonra paşa paşa kuyruğun en arkasına takılan Amerikalılara ilişti.Yahu, bu adamlar bu kadar kıt akılla bu dünyayı nasıl idare ediyorlar diye bayağı düşündüm. Doğrusu akıllı uslu bir sonuca varamadım ve hâlâ bu soruyla kafamı yoruyorum. Yoksa ben yeterince akıllı değil miyim acaba?