Karla gelen çorba

Tuğrul ŞAVKAY
Haberin Devamı

Perşembe günü İstanbul'a yılın ilk karı yağdı. Sabah erken kalktım. Önce burnumu cama dayayıp beyaza dönüşmüş manzarayı seyrettim. Sonra pencereyi açıp serin havayı içime çektim. Canım birden sıcacık bir çorba istedi.

Sabahları çorba içmek birçok insana günümüzde garip gelir. Oysa bu adet yakın zamana kadar İstanbul'a göçmüş Balkan köylülerinin değişmez gelenekleri arasındaydı. Anadolu köylüsü de sabah çorbasını sever. Colette Guillemard, ‘‘Sofranın Resimsel Sözcükleri’’nde Fransa'nın kırsal bölgelerinin çorbalarını uzun uzadıya anlatır. Japonların da sabah sabah mutlaka miso çorbası içtiklerine bakılırsa, köylülük ile çorba arasında kaçınılmaz bir ilişki bulunduğu zehabına kapılır insan.

Çorbayla köylülük arasındaki çağrışımın nedeni, köylünün cimri yapısından gelir. Guy de Maupassant'nın ‘‘İp’’ öyküsünü okuduysanız mutlaka hatırlayacaksınız bu ilişkiyi. Hikayenin kahramanı olan köylü yerde bulduğu ipi nasıl derin bir huşu ve kutsal görev anlayışı ile alıp sararak cebine koyar. Köylüler, dünyanın hiçbir yerinde, bir şeyin ziyan olmasına izin vermez. Daha ötesi, asgari bir harcamayla azami verimi elde etmeye çalışır. Biraz yaptığı işin doğasında vardır bu. En az tohumla en yüksek verimi elde etmek değil mi asıl başarı ölçeği?

Çorbalar onun için köy insanına dünyanın en güzel yemeği görünür. Biraz kemik suyu, çokça su ve biraz sebze ve tuzdur esası. İçine bol ekmek doğramak başlangıçta işin kuralıymış. Fransızca'daki -‘‘sup’’ diye okunan- ‘‘soupe’’ sözcüğü de buradan gelir. Felemenk dilindeki bandırmak anlamındaki ‘‘sopen’’ sözcüğünden almış Fransızlar kendi çorba kelimelerini. Çünkü içine mutlaka ekmek banılırmış başında. Bandırmak bir yana, verilen tarifler sanki çorbayı değil de, bir tür paparayı anlatıyor. Hani büyük ve kalın kesilmiş bir ekmek dilimi öyle sereserpe bir çukur tabağa konmuş da, üzerine kemik suyu gezdirilmiş gibi.

Ekmek zamanla demode olunca, çorbaların içine erişte misali makarnalar ve pirinç konur olmuş. Nişastalı doyurucu bir yiyeceğin yerini, bir diğeri almış. İtalyanların çok sevdiğim ‘‘minestrone’’sinin aslı böyle bir çorba. Doyuruculuğu daha çok içindeki çeşitli makarnalardan geliyor. Ne de olsa sebze lezzetli ama asla makarna gibi doyurucu değil. Ben doğrusu Japonların miso çorbasında da böyle bir doyuruculuk buluyorum. Aslında miso, mayalandırılmış pişmiş soya fasulyesi. Yine de içinde mutlaka bulundurulan iki Japon temel gıdası, pirinç ve arpa buna hem tat, hem de doyuruculuk ekliyor olmalı.

MERCİMEĞİN UYUMU

Bizim çorbalarımız içinde, eski geleneklere uyarak içine bol miktarda, Fransızların ‘‘kruton’’ dediği tereyağında kızartılmış ekmek küpleri atarak yediğim süzme mercimek çorbası, dünyanın belki de en doyurucu yemeklerinden biri. Mercimeğin çorba fikriyle uyumu müthiş. Geçenlerde Amerika'nın Kentucky eyaletinde bir kurufasulye çorbası içtim. Kurufasulye de muhterem bir bakliyat ve üstelik bizim sevdiklerimiz arasında neredeyse başta gelir. Oysa aşçının bütün hünerine rağmen -şef olağanüstü güzel yemekler yapan nefis bir sarışındı- mercimekteki gibi püre halindeki çorbası bir türlü istenen lezzeti bulamamıştı.

Nihayet bizim pirinç çorbasını anarak bu faslı noktalayalım. Pirinç çorbası bu alanın hem bizde hem de Batı mutfaklarında görülen önemli bir başka örneği. Hiç yememiş olup da tarifini bir yemek kitabında görenler pilava benzetirse de bu büyük bir haksızlık sayılır. Pirinç çorbası, biraz koyu tutulmakla birlikte, basbayağı bir çorbadır. Koyuluğu pirincin üzerindeki nişastadan gelir. Adını her ne kadar pirinçten alırsa da, asıl lezzetini içine konan taze domates ve üzerine konan nane sağlar.

Pirinç çorbası bize bir başka kategoriyi, kentli çorbaları müjdeler. Burada artık doyuruculuk yerini lezzete ve çeşitli inceliklere bırakır. Bunların çoğu incelikten kırılan, berraklıkta Venedik aynalarıyla yarışacak düzeyde et sularından oluşur. Ekmek köylülere özgü sayıldığından minik profiterol benzeri pastacı işi hamur toplarıyla süslenirler. Bu da yetmez, bu hamur toplarının içi av hayvanlarının baharatlı ezmeleriyle doldurulur. Hasılı zarafette bambaşka bir anlayışı temsil ederler. Batılıların ‘‘hearty’’ dediği ‘‘kalpten gelen’’ çorbalardan çok farklıdır bunlar. Ancak şık akşam yemeklerinde iştah açıcı olarak sunulurlar. Öyle sabah sabah içilmezler.

Bu yazının geniş bir kesime hitap etme şansını daha başından yitirdiğini düşünmeyin sakın. Sabahları çorba içmeye de dudak büküp geçmeyin. Japonlar sabahları hala ısrarla çorba içmekte. Balkanlar'daki köylüler de öyle. Benim de canım ara sıra, soğuk sabahlarda çorba istiyor.

Sonra bir de meseleye özgürlükler açısından bakın. Çorba içmeyi belli kurallara hapsetmek haksızlık değil mi? Öyleyse güzel kızları da çarşafa sokalım. Heykelleri ve tabloları da siyah örtülerle örtelim. Güzel kızları aynalar, heykelleri ve tabloları da sadece eksperler seyretsin. Var mısınız böyle bir dünyaya! Siz varsanız bile, ben yokum. Bütün güzel şeyler özgür bırakılmalı. İnsanlar da özgür olmalı. Sadece biçimsel bir özgürlük değil, kafaların içine sinmiş özgürlük anlayışından söz ediyorum. Aptalca kurallar ancak böyle aşılabilir. O kuralların ötesindeki rengarenk dünya ancak böyle keşfedilebilir.

Aksi düşüncede olanlar, küreselleşmenin yüzeysel bir yorumuna takılıp kalmış olanlar. ‘‘Ne de olsa artık ortak değerlerin bulunduğu bir dünyada yaşıyoruz ve değerleri gezegenin bir bölümünde yaşayanlar saptıyor’’ diyorlar. Bunun yasal bir zorlama olduğu elbette söylenemez. Öylesi senaryoları şimdilik bilimkurgu yazarları kaleme almakta. Böyle bir filmi seyredip sinema salonundan çıktıklarında gerçek dünyayla karşılaştıklarını sananlar aldanıyor oysa. Yasal zorunluluğun olmaması bir aldatmacadan ibaret. Aldatmaca, çünkü ortada zorlama değilse bile pekala bir dayatma mevcut. Saptanan normlara karşı gelenlere önce marjinal adam deniyor. Biraz eksantrik olmakla suçlanıyorsunuz. Toplumun bedenen olmaktan çok zihnen yağlı kesimleri sizi ufak ufak dışlamaya başlıyor. Toplumun içinde sessiz ve tek başına bir yaşam sürdürebilirseniz ne ala. Tek başına olsa bile sesini yükseltenlere deli mumamelesi yapılıyor. Daha yüksek sesle konuşup bağırıp çağıranlar ise, nereyi anlarsanız o anlamda, ‘‘içeri’’ tıkılıyor. Kendine yandaş arama gafletine düşenler de bozgunculukla suçlanıyor.

DR. KELLOG'UN İCADI

Anlattıklarımı önyargısız bir kere daha okuyun, doğru söylediğimi siz de göreceksiniz. Bilimkurguyu severim ama, söylediklerimin bununla bir ilgisi yok. Zaten bilimkurgu yazarlarının artık kurguyla falan işi kalmadı. İşin bilimsel bir yanı da bulunmuyor. Onların senaryosunu yazdıkları filmler sanal bir gerçeklik düzeyinde. Hayatımızı etkileyen ve belirleyen gerçek -ve gerçekçi- filmler, reklamcıların çevirdikleri. Orada da bize her sabah çılgın diyetisyen Dr. Kellog'un müthiş icadı mısırgevreğini yememiz öğütleniyor. Üstelik üzerine soğuk süt dökülerek!

Ne mısıra, ne de süte karşıyım. Üstelik sabahları soğuk süt içmeyi de severim. Ama yanında sıcak peynirli bir poğaça olması şartıyla. Kafamın almadığı önce Amerikan kahvaltısının niye bir zorunluk olduğu. Sonra da niçin çorbanın mısırgevreği veya sütten daha anlamlı sayıldığı. Her iki noktayı anlamakta da güçlük çekiyorum. Gerçi biliyorum ki, Dr. Kellog deliydi meliydi ama yine de Amerika'nın fazla gelen mısır stoklarını eritmesini sağlayarak vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğüne katkıda bulunduğu için deliliğine göz yumuldu. Giderek de büyük bir kahraman statüsüne çıkarıldı.

Bütün bunları bilmeme rağmen pencereden yılın ilk karını görünce canımın çorba çekmesine engel olamadım. Sessizce yataktan kalkıp, kendime mutfakta bir sebze çobası yaptım. Beni deli sanmasın diye karıma belli etmeden afiyetle de içtim. Siz de içinizden gelen sese kulak verin. Küreselleşmeye falan da aldırmayın. Güzel ve renkli bir dünya ancak üzerindekilerin özgürce yaşayabildiği ve insanları Nürnberg Bakiresi'nin çivili tabutuna sokmadığı bir gezegende varolabilir. Gerisi lafı güzaf.

Yazarın Tüm Yazıları