J.R.'sız bir Dallas gezisi

Haziran ayının ilk günlerini Amerika'da geçirdim. Uluslararası Zeytinyağı Konseyi'nin -Konsey'den çıkmış olmamıza rağmen- Teksas eyaletinin Dallas kentinde düzenlediği Türk Mutfağı Günleri programına konuşmacı olarak katıldım. Amerikan Şarap ve Yiyecek Enstitüsü'nün (meraklısı için, ‘‘American Institute of Wine and Food’’ diyerek orijinal adını da söyleyeyim) organizasyonu mükemmeldi. Aybek Şurdum, Feridun Ügümü ve Süleyman Öztoprak harika yemekler pişirdiler. Kısa ama çok açıklayıcı yemek tanıtımları yaptılar. Artun Ünsal İstanbul mutfağı üzerine yaptığı konuşmasıyla gönülleri fethetti. Kırlangıç, Komili, Kristal ve Olio Verde yağları ile dört dörtlük bir tadım yapıldı. Dallas'ın en büyük ve en güzel oteli üç gün Türk mutfağı sayesinde ilgi odağı oldu. Dallas'taki Türk kolonisinden dünya güzeli insanlar ile tanıştık. Dallas'ın en güzel malikânelerinden birinde Houston'daki başkonsolosluğumuz, sevgili okul arkadaşım Vakur Gökdenizler'in de bulunduğu ve Dallas'ın jet sosyetesinin katıldığı bir davet verildi. Tabii bu davette de aynı aşçı ekibimiz parmak ısırtan, hatta parmak yediren, Türk yemekleri yapıp sundular. Davet o kadar başarılı oldu ki, çok güzel bir çiftlik evinde, bu kez daha küçük bir grup için tekrarlandı. Bu arada konuksever ev sahiplerimizin bizi bir de at dresajı çiftliğine davet ettiler, ancak yolu bulamayan grup içinde bulunduğum için davete icabet edemedim. Bir de Serdar Toprak'ın işlettiği Cafe İstanbul'da geçirdiğimiz hoş akşamı hâlâ unutmadım.Dallas'ta düzenlenen bu toplantının haberini böyle kısa cümlelerle ve adeta bir haberin flaşı gibi vermemin nedeni, olup bitenlere dair ayrıntılı bir yazıyı sevgili Ayşegül'ün kaleminden Hürriyet'te okuyacak olmanız.Dallas kentiçi nüfusu bir milyon civarında tipik bir Amerikan kenti. Tipi belirleyen şey, kent merkezinde yoğunlaşmış gökdelenler, geniş yollar, bitmeyen bir trafik seli, temiz fakat rüküş bir giyim (özellikle kadınlarda bu daha çok göze çarpıyor) ‘‘junk food’’ dedikleri çerden çöpten plastik tatta yiyecekler, irileşmenin son kertesine gelmiş şişman insanlar, her tarafta feci -yani kelimenin sözlük anlamıyla ‘‘acı veren’’- bir klima sistemi ve daha hemen aklıma gelmeyen bazı başka ayrıntılar. Bunlarla ilgili söyleyeceklerim yukarıda yazdıklarımla asla sınırlı değil. Ancak işin o kısmını her şeyin en tipiğinin tezahür ettiği New York ile ilgili yazıya saklamış bulunuyorum.EN LEZZETLİ SIĞIR ETİSöylediklerine göre yerel hükümetin sağladığı yatırım ve vergi teşvikleriyle Amerika'nın teknoloji üreten firmaları Dallas'ı üs seçmeye başlamış. Oysa Teksaslılar tutucu insanlar. Taşra insanına has o sıcak, yakın, insanı çabuk benimseyen tavırları çok hoş. Buna karşılık yenilikçi tutumlar, alışılagelmedik davranışlar onları ürkütüyor. Nitekim oradaki Türkler de bu tavrı benimsediklerinden Teksas'ı seçtiklerini açık açık anlattılar. Güneyin gelenekçi tabiatıyla yüksek teknolojinin modernist tutumu nasıl bağdaşacak bakalım? Bu durum kente damgasını vuran kovboy kültürü ile garip bir çelişki oluşturuyor.Aslına bakılırsa kovboy çizmeleri ve şapkaları artık birer folklorik öğeye dönüşmüş. Yine de hayvan besiciliği Teksas'ın önemli ekonomik faaliyetlerinden biri olmayı sürdürüyor. Japonlar'ın ünlü Kobe sığırı dışında yediğim en lezzetli sığır etini buradaki bir lokantada sundular. Izgara edilişinden teknik de göz alıcıydı doğrusu. Eti önce salamandıra tabir edilen ve sadece üstten ısıtan alete benzer bir aygıtta yüksek ısıda pişiriyorlar, sonra aynı aletin üzerindeki ve aşağıdan gelen sıcaklıkla ısınan plaka ızgara üzerine alarak pişirmeyi tamamlıyorlardı. Mönüde çok güzel bonfileler, bir yanı bonfile diğer yanı da kontrfileden oluşan ve ‘‘T’’ harfine benzeyen kemikli yapısından ötürü, ‘‘T-kemikli stek’’ (Amerikancası ‘‘T-Bone Steak) diye anılan etler varken, ben domuzluk olsun diye buttan bir parça seçtim. Çünkü buttaki et -hele yumurta denen kısım- gerçekte çok lezzetli olmasına karşılık eğer hayvan çok iyi besiye tabi tutulmamış ve çok iyi işlenmemişse bir şeye benzemez. Hemen söyleyeyim ki, önüme konan stek her türlü övgünün üzerindeydi!Yemeğin başında stekleri beklerken ortaya getirdikleri haşlanmış karideslerden her birimiz dört beş tane yedik. Etin pişmesi vakit aldığı için beklerken sıkılmayayım diye bir çanak da salata ısmarlamıştım. Aslına bakarsanız karides ve salatadan sonra karnım doymuştu. Buna rağmen etin tümünü büyük bir iştiha ile silip süpürdüm. (Burada ‘‘iştiha’’ kelimesine dikkatinizi çekmek isterim. Kelimeyi alışılageldik ‘‘açlık’’ ya da ‘‘istek’’ anlamında kullanmadım. İştiha kelimesinin bir de ‘‘aşırı istek’’ anlamı vardır ki, benim de muradım bu. Zaten iştiha ‘‘şehvet’’ten gelmiyor mu?‘‘Afiyet olsun, alt tarafı birkaç karides, bir tabak salata ve bir parça da et yemişsin, ne olacak’’ demeyin. Daha doğrusu, ‘‘Afiyet olsun’’ kısmını söyleyin de gerisi bildiğiniz gibi değil. Evvela karidesler en iri boy olan ‘‘jumbo’’lardan bile büyüktü. Yani her biri ‘‘öksüz doyuran’’ dedikleri boyuttaydı. ‘‘Öksüz’’ün ortasındaki ‘‘s’’ harfini düşürseniz de yargı geçerliliğini koruyor. Öküzler karides yemez demeyin. Onu ben de biliyorum. Bizimki teşbih ve hatasız teşbih olmayacağını zaten atalarımız da söylemiş. Üstelik enerji deposu olarak yanına bir de bol yağlı harika ve enfes bir sos vermişler. Tabii bizi bu işlerden anlar diye taa oralara kadar taşıdıklarından ayıp olmasın diye karidesi sosa bulayıp yedik.GÜZELLİKLER BELALIDIRSalataya gelince, çanağının içine düşseniz, sosunda boğulunan cinsten bir salataydı. Amerika'da ‘‘en büyük bile yeterince büyük değildir’’ gibi sıradan insanın aklına ziyan bir slogan var. Bunu mantık dersinde ödev verseniz kimse açıklayamayacağından herkes sınıfta kalır alimallah. Yine de gördüklerimi ve yaşadıklarımı ancak böyle açıklayabiliyorum.Bu arada bir okul arkadaşımın yıllar önce söylediği bir sözü hatırladım. Kızlar için ‘‘güzellerden uzak dur, bütün güzellikler belalıdır’’ demişti. Yıllar sonra bu sözün başka alanlarda da geçerli olduğunu keşfettim. Uluslararası Zeytinyağı Konseyi ile ilgili bir davette insanlar -ayıp olmasın diye zahir- salataya zeytinyağı ile sirkenin hasından bir vinegret sos yapmışlar ki, Fransızlar haltetmiş. (Aslı üç ölçü zeytinyağı ile bir ölçü şarap sirkesi ve tuzla taze çekilmiş karabiberden oluşan ve bazen içine biraz Dijon hardalı katılan -ki bence bu kadarı fazla- vinegret sosa bazıları Fransız sosu der de ondan Fransızlara çakıltaşı attım.) Sos aslında salata yaprakları tat kazansın diye tabağa -daha doğrusu dev çanağa- konmuş. Gelin görün ki, içimdeki köylü Akdenizli damarım kabarıp durmakta. Sonunda dayanamayıp bir ekmek parçasını düşürmüş gibi yaptım. Çatalımla ekmeği çanağın içinde alt üst edip iyice sosa buladım. Sağıma, soluma dikkatlice bakıp bir kerede ağzıma atıverdim. O ne tat, o ne lezzet!İşte bütün bunlardan sonra yediğim stek tam 450 gram lop etti! İnanın her bir lokması çiğnemeden ağızda dağılmakta olan bir etten söz ediyorum. Sadece eti koklayarak ağzının tadını bilir bir kişinin kendisinden geçmesi mümkün. Birden aklıma Beyti Bey, Atlas Kasap'ın sahibi Ercan Bey gibi et meraklısı dostlarım geldi. Keşke onlarla o sofrayı paylaşabilseydim.Dallas'ta bazı arkadaşların manevi etkisi ve Türk Derneği Başkanı Şaduman Hanım'ın ısrarı sayesinde Başkan Kennedy'nin vurulduğu kitap deposundan bozma müzeyi gezdik. Dallas Senfonisi'nin bir mimarlık anıtı olarak anılan binasını ve akustik açısından gerçek bir harika sayılan salonunu kapalı olduğu için göremedim, ama anmadan da geçemeyeceğim. Aynı nedenle Modern Sanatlar Müzesi'ni göremedim. Dallas alt tarafı bir milyonluk bir Amerikan kenti ve güneyde olduğu için de kültürlü kuzeylilerce hafif istihza ile anılıyor belki; ancak senfoni orkestrası, operası ve modern sanatlar müzesi hiç de eksik değil. Bütün bunlardan sonra inadımdan J.R.'ın çiftliğini görmedim. Acaba ben ne biçim bir Türk'üm?
Yazarın Tüm Yazıları