Hasan Cemal Floransa gezisinde etrafın güzelliğini anlattıktan sonra, bir yere kapanıp Kıbrıs'ı tartıştıklarını yazdı. Siyaset yazmanın zorluğu burada. Benim gibi yiyecek-içecek konusuyla uğraşanların işi ise, itiraf edeyim ki, daha zevkli...
Serdar Turgut birkaç gün önce Hasan Cemal'den bir alıntı yapmış. Aynen aktarayım...
‘‘(Floransa) Pencereden dışarıya bakıyorum. Bahar bütün güzelliğiyle patlamış. Yemyeşil tepeler. Toscana'nın seyrine doyum olmayan zarif servileri.
Yeşillikler arasında gözü okşayan pastel renkleriyle evler. Ulu çamlarla flört eden, kökleri yüzyılların ötesine uzamış, görmüş geçirmiş köşkler.
Ve insanın içini kıpır kıpır yapan güneşli, ılık bir havayla kuş cıvıltıları.
Tabiat Ana çağırıyor.
Ama biz bütün bu güzelliklerin ortasında hakikaten zor olanı yapıyoruz...’’
Hasan Cemal'le aynı tarihlerde İtalya'ya gitmişiz. Üstelik birbirine yakın yerlerde kalmışız. Etraf aynen onun yukarıdaki satırlarda anlattığı gibiydi. İtalya, bu mevsimde gerçekten çok güzel. (Alıntıyı, manzarayı umumiyeyi ondan daha iyi anlatamayacağımı düşündüğüm için yaptım. T.Ş.) Ve biz de, bütün bu güzelliklerin ortasında gerçekten zor olanı yaptık. Bir haftanın beş gününü Verona'daki SOL ve VINITALY fuarlarında geçirdik.
Zor derken abartmayayım. Hasan Cemal ve arkadaşları gibi bir yere kapanıp Kıbrıs meselesini konuşmadık. Siyaset yazmanın zorluğu burada. Benim gibi yiyecek-içecek konusuyla uğraşanların işi ise, itiraf edeyim ki, daha zevkli. Zeytinyağı makinelerini incelemeye ayırdığım ilk günün dışında, fuardaki zamanımın tümü zeytinyağı ve şarap tadımları ile geçti. Ama ne zeytinyağları ve ne şaraplar!
ARENA’DA KONSERLER
Yine de iki hafta üst üste şaraplardan söz etmeyeceğim. Zeytinyağı tadımının da aslında mevsimi değil. Benimki profesyonel bir geziydi. İşin doğrusu yıllardır Verona'ya gelmek isterdim. Nedeni Arena'daki ünlü konserler. Arena di Verona'da bir opera temsilini göremediğim için bugün bile kendimi talihsiz sayarım. Ama kader bu, belli mi olur?
Bir itiraf daha... Gezi sırasında dostum İsmail Akçura'ya Arena'daki konserlerden o kadar söz ettim ki, benim gibi opera takıntısı olmadığı halde, hevesimi kırmamak için, ‘‘bu geziyi mutlaka yaparız, organizasyonu ben üstlenirim’’ demek zorunda kaldı. Görüyorsunuz, kader ağlarını örüyor ama işin içine biraz beşeri yardım katmanın da hiç mahzuru yok!
Fuarlar İtalya'da büyük bir turizm hareketinin parçası haline gelmiş. Önce olup bitenin bu yanından ders çıkartmak gerektiğini düşünüyorum. Verona aylar öncesinden fuar için dolup taşmıştı. Elimizi çabuk tuttuğumuzu sandığımız halde, ancak 50 kilometre uzaktaki Vicenza kasabasında bir yer bulabildik. Biz gittiğimizde orası da tıklım tıklım doluydu. Bu kadar yabancının İtalya'ya bir hafta boyunca bıraktığı parayı düşünün!
Her gün gidiş-geliş 100 kilometre yol yapınca Verona'nın keyfini çıkaramadık. Akşam yemeklerimizi hep kasabada yedik. Vicenza 100 bin kişilik bir yerleşim merkezi. Buna karşılık her akşam çok şık bir lokantada yemeğe gittik. Yine de beş gün boyunca kasabanın içindeki gastronomik turu tamamlayamadık. Orta boy bir yerleşim merkezinde bu kadar çok sayıda kaliteli restoranın bulunması dikkat çekiciydi.
Biraz ayrıntıya girecek olursak... Sözünü ettiğim lokantalar genellikle orta sınıfa hitap eden yerler. Fiyatlar kişi başına yirmi otuz milyon lira civarında. Buna karşılık her yer dolu. Belli ki İtalyanlar, akşam yemeklerini dışarıda yemekten hoşlanıyor.
Yediklerimiz evde pişirilmesi zor ve zahmetli yemeklerdi. Sunumlar profesyonelceydi. Servis genellikle tertemiz giyinmiş genç kızlar tarafından yapılıyor. Masalarda bembeyaz örtüler ile aynı temizlikte peçeteler görülüyor. Ayrıca çoğunun çiçeklerle süslendiklerine tanık oldum.
En mütevazı lokantada bile önümüze hep yirmi otuz şaraplık bir kart geldi. Şarap kartlarında ağırlık yerel markalardaydı, ama başka bölgelerin şaraplarına rastlamak da şaşırtıcı olmuyordu.
Bu arada bir inancım pekişti. Aslında 'İtalyan mutfağı' diye bir şey yok. Bu ülkede yemekler hala yerel ölçeklerde tanımlanmakta. Yani yöre mutfakları geçerliliğini koruyor.
MAÇO YUVASI DEĞİL
İtalya'daki bir hafta boyunca bizde niçin böyle bir uygulamanın ortaya çıkmadığını düşünüp durdum. Çocukluğumun bir Ege kasabası olan Nazilli'de geçtiğini bilen biliyor. Bu arada Aydın'ı, İzmir'i, Manisa'yı, Denizli'yi de komşu iller sıfatıyla oldukça iyi tanırım. İtalya'da gördüklerime benzer lokantalara, Türkiye'nin en gelişmiş bu bölgesinde bile rastlamamıştım. Çocukluğumdan bu yana geçen yaklaşık kırk yıl içinde de fazla mesafe kaydettiğimize inanmıyorum. Bizde kasaba hayatı hiçbir zaman bu kadar renkli olamadı. En azından yiyecek-içecek açısından bunun haklı bir durum tespiti olduğunu düşünüyorum.
Söz konusu tespitin en önemli nedenine gelince... Biz hala kadınları yeterince toplumsal hayata katabilmiş değiliz. Cumhuriyet'in bu büyük projesi bunca yıla rağmen bir türlü tamamiyle gerçekleştirilemedi. Kasabalarımızda, taşra şehirlerimizde yemek yenen yerler 2000'lerin başında bile pideci, kebabçı ve benzeri örneklerden öteye gitmiyor. Şehir kulübü, tüccar kulübü gibi nispeten daha 'seçkin' ortamlar ise birer maço yuvası. Buralarda erkekler bir araya gelip aralarında bol bol rakı içerek ve yatılı erkek okulu muhabbeti yaparak sözüm ona eğleniyor. Kadınsız eğlenceler de işte o kadar oluyor... Daha açık söyleyeyim, bir yerde kadın yoksa zarafet de oraya uğramıyor vesselam!
Tabii İtalya gezisinin tümünü Vicenza'da geçirmedim. Milano'nun şık şarküterisi Peck'in ruhumda uyandırdığı bedii duyguları, Gusto dergisinin mayıs sayısına yazdım. Bir de Milano'daki Four Seasons'ın kusursuz restoranı Il Teatro'da rüya gibi bir akşam yemeği var ki, o başlı başına bir başka yazının konusu...