Paylaş
Bugün size biraz uzun bir Londra hikayesi ile bir başkasına ait anıyı harmanlayıp anlatacağım. Bunların her ikisinin de güncel gelişmelerle falan bir ilgisi yok. Ama içlerinde ciddi insanlık dersleri gizli. Tabii anlayana.
Aslında bunların özellikle birincisini kendime saklamaya kararlıydım. Bir gün dayanamayıp sevgili Ahmet Örs’e anlatım. Israrcı olan o oldu. 'Bu yazılacak bir hikaye' dedi. Eh, madem öyle yazalım bakalım. Umarım beğenirsiniz....
Londra’ya gittiğimde mutlaka alışveriş yaparım. Ama bunlar genellikle kitap ve CD’lerle sınırlıdır.
Son gidişimden önce birkaç arkadaşım aklımı geldi. Ünlü bir markanın fabrika mağazasının adresini verdiler. 'Oraya gidip alışveriş et. Çok ucuz. Memnun kalacaksın' dediler. Bu arada meşhur Türklerden şık giyinen ve buranın abonesi olanların adlarını saymaktalar. Büyük bir kısmı da tanıdığım insanlar. Bu arada söyleyeyim, ben de bu markayı iyi bilir ve zaman zaman tercihimi sözkonusu markadan yana kullanırım.
Londra’da alışveriş
Neyse, özetle ikna oldum. Böylece Londra’da hiç alışık olmadığım bir serüven başladı.
Mağaza şehrin kuzey tarafında ve iyice dış mahallelerde. Yani yol uzun ve zahmetli.
İçeride ise bir sürü giyecek Mahmutpaşa usulü ortalığa yayılmış. Bir, 'gel vatandaş gel, batan geminin malları bunlar' diyen satıcı eksik.
Marka iyi ise de mallar biraz demode. Üstelik elde ne kalmışsa onlar var.
Ben üstüme uygun bir takım elbise bakmaktayım. Bu şişmanlıkla da bulması zor.
Sıkılıp yıldım ama, onca vakit kaybının ve taksi parasının sonunda hiç bir şey almadan da çıkmamaya azimliyim. Zaten mağazanın sihirli formülü de bu. O kadar yol tepip para ve vakit harcayınca mutlaka, uysa da uymasa da insanlar bir şeyler satın alıyor.
Kendi üstüme uygun bir şeyler bulamamanın paniği sardı birden beni. Hintli bir adamcağız ortalıkta dolaşan ender satıcılardan biri. Derdimi sıraya girip on beş dakika bekledikten sonra ona anlattım. O da işi iri yarı bir zenci satıcı kadına devretti.
Zenci kadının öğütü
Kadıncağız, mağazanın depolarından bir sürü elbise çıkartıp getirdi. Bana uyanları da seçip vermekte. Birini çok beğendim. Ama körolası elbise iliklenmekle beraber vücuduma adeta yapışmış gibi duruyor. İçine teorik olarak sığmakla beraber, giymem mümkün değil.
Kadına dönüp, 'çok şişmanım. Bu vücutla giyinmek çok zor. Allah kahretsin. Mutlaka zayıflamam gerekiyor' dedim.
Kadın şaşkın yüzüme baktı. 'Bu nasıl bir düşünce' dedi. 'İnsanın kendisinden nefret etmesi ne garip. Önce kendinle barışık olmayı öğrenmelisin' diye sürdürdü sözlerini. 'Kafanla, düşüncelerinle, hayallerinle, vücudunla barışık olmalısın. Kendinden nefret ederek bir yere varamazsın.'
Şaşırdım. Ama o devam etti. 'Kendini sevmesini öğrenmelisin. Yalnız kendini değil, sana ait olan eşyayı ve insanları da seveceksin.' Bir köşede umutsuzca beni izleyen karımı gösterdi. 'Karını da sevmelisin' dedi. 'Arkadaşlarını, işini sevmelisin.'
Zenci kadın ancak kendimle barışık olursam yaşamanın bir anlamı olabileceğini söyleyerek kısa söylevini bitirdi. Bu arada bana bir takım da elbise sattı.
Kasaya gidip elbisenin parasını ödedim. Adını bile bilmediğim zenci kadına ise ancak teşekkür edebildim. Ama sanırım ona çok daha büyük bir ödeme yapmam gerekirdi. Yine de sözlerin üzerinde bir fiyat etiketi yoktu.
Kendimi o gün Londra’nın bu kenar mahallesindeki fabrika mağazasında bir takım elbiseden çok daha fazlasını almış olarak hissetmekteydim.
Gittiğim uzun yola ve geçirdiğim uzun saatlere değdi.
Ne güzel bir deneyimdi o alışveriş!
Bir başka insanlık dersi
Bu hikaye de geçenlerde yitirdiğimiz iki tarihçi Nuri Arlasez ile Arnold Toynbee’ye ait.
İlk anlatıldığı yer Dergah dergisi. Ben öyküyü Hüseyin Durukan’ın Nüshalar’ında okudum.
Merhum Arlasez, Toynbee ile Antalya’ya 70-80 kilometre uzaklıkta bir köye giderler. Burada bir kahvehane görür ve içeri girerler. Hikayenin kalanını Arlasez’den dinleyelim...
'Nur yüzlü bir ihtiyar. İçimden geldi, çok samimi olarak gidip elini öptüm. 'Babacığım' dedim, 'çok açız. Çaresine bakabilir misiniz?' İhtiyar, 'Oğul,' dedi 'yeter ki sen fukaranın olanına katlan! Nemiz varsa senindir. Yalnız Rabbim yoktan var eder. Onu bizden bekleme.' Tercüme ettim. Toynbee şaşırdı. 'Hakiki bir filozof, hikmet aşıkı bir adam' dedi.
Paranın ötesi
İhtiyar çok güzel yiyecekler getirdi.
Bütün ısrarlarımıza rağmen para kabul etmedi.
'Taa nerelerden bu kuş uçmaz, kervan geçmez yere geldiniz. Gönlümüze ferahlık verdiniz. Bir de para mı vereceksiniz? Ne parası?' dedi.
Ama ben ısrar ettim. Bunun üzerine, 'Bak oğul' dedi. 'Misafirimizsin Daha fazla ısrar edersen paranı almak zorunda kalacağım. Neşemizi bu kahpe para için kaçırmağa değerse ver!'
Artık ısrar edemezdim...
'Tuzun tadı'
Toynbee bunu 'ebedi ölçüde bir insanlık dersi' olarak nitelemiş. Bunlara İncil’de 'toprağın tuzu' dendiğini söylemiş.
İncil'deki o bölümü sizin için de aktarayım.
Markos İncili’nin 9. Bap’ının 50. ayetinde İsa’nın şöyle dediği yazılıdır: 'Tuz iyidir; fakat tuz kendi tuzluğunu kaybederse ne ile ona tat verirsiniz?'
Tuzun kendi tadını hiç yitirmemesini umut edelim...
Paylaş