Paylaş
Boğaz'da radar denetimi, dünkü Hürriyet-İstanbul'un manşetindeydi.
Boğaz trafiğinin -İstanbul için olduğu kadar Çanakkale Boğazı için de- güvenliği açısından bu projeye gerek duyulmakta. Denizcilik Müsteşarlığı konuya bu açıdan yaklaşıyor. Çok doğru ve yerinde bir tutum. Hiç bir İstanbullu "bize Boğaz güvenliği gerekmez" diyemez.
Anıtlar Kurulu ve Mimarlar Odası İstanbul Şubesi ise, güvenlik sistemi için Boğaz'ın öngörünüm alanına dikilecek kulelerin estetiği bozacağı endişesiyle projeye karşı çıkıyor. Yine hiç bir İstanbullu, "bize Boğaz'ın estetiği gerekmez" diyemez.
* * *
Yeri gelmişken, radar sistemi ile ilgili farklı bir noktaya daha değineyim.
Proje aslında yalnız güvenlikle sınırlı değil. Bu proje sayesinde aynı zamanda Boğaz'ın kirletilmesi de kontrol altına alınabilir.
İsraillilerin bu konuda çok ucuz, denenmiş, mükemmel bir sistemleri olduğunu da biliyorum.
Bir ara bu teklif İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne verilmiş ve büyük ilgiyle karşılanmıştı. Sonra Ankara'da oturan büyük Türk büyükleri gereken ilgiyi ve desteği sağlamadıkları için sözkonusu proje rafa kaldırılmıştı.
* * *
Şimdi iş, Nasrettin Hoca'nın davalıya da, davacıya da hak verip karısının isyanı üzerine onu da haklı gördüğü hikáyeye benzedi. Güvenlik de, estetik de hayatımızın vazgeçilmeyecek iki temel öğesi.
Peki, öyleyse ne olacak?
Müsteşarlık galiba kanunu hileyle aşmanın yolunu bulmuş. Bir biçimde, kimseyi dinlemeden ve her türlü yargı yolunu tıkayarak "işe devam" diyor. Muhtemelen proje, devlet zoruyla hayata geçirilecek.
Oysa İstanbullu olarak bu zoru estetik lehine bozmalıyız.
Güvenliğe evet. Ama Boğaz'ın güzelliği pahasına değil.
Mutlaka bir ara yol, makul çözüm bulunmalı. Bunun için yoğun çaba sarfedilmeli.
Bizler de bu davanın takipçileri olmalıyız.
Yeniden İstanbul'da
Singapur maceramız sona erdi. Tekrar kürkçü dükkanına döndük.
Ne kadar güzel, ne kadar uygar bir yere gitmiş olursam olayım, her İstanbul dönüşü içimi sevinçle dolduruyor. Bu kenti özlediğimi anlıyorum.
Anlaşılan ben bu kentle evlenmişim. Çünkü onsuz yapamıyorum.
Aradan geçen zaman içinde oluşan sayısız anı, beni bu kente büsbütün bağlıyor.
Başka kentlere yaptığım yolculuklar, beni oralı kılamıyor. Sadece orada olduğum zamanın keyfini çıkartmaya çalışıyorum. Adeta başı sonu belli bir kaçamak. Ama yine de çok güzel olduğunu itiraf edeyim.
Çok güzel dediğim kaçamaklardan sonuncusuna, Singapur'a ait anılarımın yiyecek ve içecek ile ilgili olanlarını Hürriyet-Pazar'a yazacağım.
Kentle ilgili olanlarını ise Hürriyet-İstanbul'da okuyabilirsiniz.
Aşağıda onlardan birini bulacaksınız.
"Bal dök, yala" bir kent
Singapur'da bir grup davetliyle birlikte bir haftadan az bir süre kaldım. Yine de çok anı oluştu.
Yolculuk öncesi Singapur Havayolları'nın İstanbul'daki müdürü Bay Donald Lee gruba bir yemek verdi. Hyatt Regency'nin Spasso adlı restoranında bir yandan İtalyan yemekleri yiyiyor, öte yandan da Bay Lee'den Singapur'u dinliyoruz.
Benim derdim hava durumu ve buna bağlı olarak bavula neleri koyacağım. Bay Lee bu şehir-devlette yılda altı mevsim yaşandığını söylüyor. Oysa ders kitaplarında öyle yazmıyordu. "Kahrolsun yalancı resmi ideolojinin yalancı eğitimi" diyorum içimden.
Bay Lee mevsimleri sayınca büsbütün kafam karışıyor. Altı mevsim şöyleymiş: "Nemli, daha nemli, çok nemli; sıcak, daha sıcak, çok sıcak"!
Masa etrafında herkes gülüşüyor.
* * *
Singapur'da ise ilk gün hava harika. Baharla yaz arası bir mevsim yaşanıyor. Hava sıcaklığı yirmi derece civarında. Nem var, ama insanı bunaltmıyor.
Buraya kadar, anlatılanlar pek çıkmıyor.
Aşırı sıcaktan ve nemden hiç hoşlanmam. O yüzden rivayet gerçekleşmedi diye üzülmüyorum.
İstanbul'dayken Bay Lee'yi aynen onaylamış olan yolculuk arkadaşlarıma takılıyorum.
* * *
Grubun tamamı Singapur'a birkaç kez gelmiş. İlk giden yalnız benim.
Yolculuk sırasında, başta Ahmet Örs olmak üzere kent üzerine o kadar efsane anlatılıyor ki, şaşırıyorum.
Sanki bir beyin yıkama seansındayım.
Ortada bir şehir değil, bir serap var.
* * *
Anlatılanlar arasında en çok dikkatimi çeken, temizlik üzerine söylenenler.
Singapur için "bal dök, yala" diyorlar. Her yer o kadar temizmiş sözüm ona.
Bir de hiç bir kapalı mekánda sigara içilmez, ciklet çiğnenmez, yerlere tükürülmez ve en önemlisi kurallar asla delinmez" deniyor.
Yukarıdaki suçların en düşük cezası, bizim paramızla 150 milyon lira civarında. Çoğu da 300 milyondan fazla. Tecavüz gibi suçlar, hapis cezasının yanısıra falakayla da tecziye ediliyor. Uyuşturucu bulundurmanın -dikkat edin kullanmanın veya satmanın değil, sadece üzerinde bulundurmanın- cezası ise idam. Bunun açarı kaçarı yok!
* * *
İlk gün kentin en kalabalık caddesinde geziyoruz. İstiklal Caddesi buranın yanında tenha kalır. İğne atılsa yere düşmüyor.
Benim gözlerim ise hep yerlerde. Çöpü bulup, hikáye anlatanların gözüne sokacağım.
Yaklaşık bir saatlik bir yürüyüş boyunca yerde sadece bir izmarit buluyorum. Zafer kazanmış bir eda ile de Ahmet Örs'e gösteriyorum. Müthiş şaşırıyor. "Olmaz böyle şey" diye isyan ediyor.
* * *
Gün boyunca Singapur'da sokaklarda, alış veriş merkezlerinde, mağazalarda, kahvehanelerde, restoranlardayız. Ne bir sigara içen, ne bir ciklet çiğneyen, ne de yere küçücük olsun bir çöp atan var. Sürücüler ve yayalar trafik kurallarına elifi elifine uymakta.
Bir an kendi kendime soruyorum: Tanrım acaba ben rüya mı görüyorum?
Paylaş