Bir tatlı rüya

Tuğrul ŞAVKAY
Haberin Devamı

Tam bir ay önce, sIcak bir İstanbul gününün akşamüstünde, biraz serinleyebilmek için Boğaz kenarına inmiştim. Keşke inmez olaydım! Çırağan Palace Kempinski'nin kıyısındaki Q Bar'da keyifle içkimi içerken, birden Boğaz'da yüzen çöpler içimi kaldırmıştı. Bir tatlı rüya, birden bir kabusa dönüşüverdi. Sonra oturup bir izlenim yazısı yazdım.

İstanbul Valisi ve Sergüvenlik'ten sorumlu kişi -herhalde gazete okumadıklarından- sus pus oldular.

Buna karşılık Büyükşehir Belediyesi ilgi gösterip yazıya ses verdi. Açıklamalarda bulundu.

* * *

O andan sonra, Boğaziçi ve Marmara'nın kirliliği sonuna kadar gitmem gereken bir konu olarak gündemime gelip oturdu. İzlenim yazısı sınırlarını aşmış olduk.

Doğayla Barış Derneği, Deniztemiz, Türk Deniz Araştırmaları Vakfı, çeşitli semtlerin çevre koruma ve balıkçı dernekleri devreye girdi. Hepsiyle konuştum. Dertleri, sıkıntıları ve çözüm önerilerini açıkladılar. Bunları bir dosya halinde yayımladık.

* * *

Gariptir, bu birinci sayfadan yayınımıza rağmen İstanbul Valisi -ki Deniz Polisi kendisine bağlıdır- ve Sergüvenlik yetkilisi -ki İçişleri Bakanlığı'na bağlı olarak yasal sorumluların başında gelir- yine sessiz kalmayı yeğlediler. O zaman anladım ki, Boğaziçi ve Marmara'nın temizliği sadece İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin omuzları üzerine yıkılmış.

Belediye'de bunu yüklenmiş kişi de, Çevre Koruma Daire Başkanı Prof.Dr. Mustafa Öztürk.

Prof. Öztürk ile bu konuda uzun uzun konuştuk.

Konuşması sırasında bence çok önemli açıklamalar yaptı.

Meseleleri iyi bildiği muhakkak. Ama daha önemlisi Prof. Öztürk sorunu çözmekte kararlı biri izlenimi bırakıyor insanın üzerinde. Ben en çok bundan etkilendim.

Üstelik konuşmalarımızda hep uzak bir gelecek değil, çok yakında Boğaz'ın ve Marmara'nın kaderini değiştirecek girişimlerden söz etti. Yani kabustan kurtulup tekrar tatlı rüyaların görülebileceğini hissettirdi bana.

* * *

Önümüzdeki günlerden itibaren Prof. Öztürk'ün açıklamalarını Hayatın İçinden köşesinde dile getireceğim.

Şimdiden söyleyeyim, bu açıklamaları bazı suçlamalar da takip edecek.

Nitekim bunlardan birisi, eski teknoloji Şehir Hatları vapurlarına aitti ve Hürriyet İstanbul'da haber oldu.

‘‘Şehir Hatları vapurları ve Boğaziçi'nin üzerine asit yağmuru ve partikül yağdırmaya devam edecek mi?’’ ya da ‘bunun çözümü için yetkililer ne yapıyor?’’ türünden soruların takipçisi olacağız.

Can Yücel’in ardından

BÜYÜK bir şairin aramızdan ayrılması üzerine meslek erbabı çok güzel yazılar yazdı.

Can Yücel'in ardından yazılanları ve kendisini sevenlerin ilgisini görünce aklıma bir başka şair, Baki geldi.

Baki, Kanuni Sultan Süleyman'ın yalnız sevdiği değil, çok da saygı duyduğu bir şairdi. Öte yandan da, döneminin en önemli alimlerinden biriydi. Çok parlak bir eğitim almış ve genç yaşta müderrisliğe -o dönemdeki profesörlüğe- yükselmişti.

Baki bir ömür boyu Kanuni'den ve sonra da İkinci Selim ve Üçüncü Murat'tan büyük saygı gördü. Anadolu ve Rumeli kazaskerliklerine kadar yükseltildi. Ama bir türlü hep umduğu şeyhülislamlık makamına getirilmedi.

Tarihçiler bunun nedenini, din adamı sıfatına karşılık özgür düşünceli biri olmasına bağlarlar. Ben şairin bu tutumuna en iyi örnek olarak,

‘‘Mescitte riyapişeler etsin ko riyayı

Meyhaneye gel sen kim ne riya var ne mürayi’’ beytini hatırlarım.

Divanı okunursa daha böyle nice beyit de bulunur kolayca.

Baki'nin hoşgörüsünü, serbestliğini ve sözünü sakınmamasını son dönem şairleri arasında Can Yücel'de bulurdum.

* * *

Kader her iki şairin sonunu da bazı benzerliklerle ördü.

Can Yücel'inki malum.

Ben Baki'ninkini hatırlatayım.

Yaşlılık yıllarında Baki'nin önüne son kez şeyhülislam olma fırsatı çıkar. Bu kez iki aday vardır ve biri de Baki'dir. Ama ne yazık ki, son anda makama Sun'ullah Efendi getirilir.

Yaşlı şairin bütün dünyası yıkılır. Herkese ve herşeye küserek evine çekilir. Son derece sinirli biri haline gelir.

Bir gün, hiç yüzünden hizmetkárlarından birine kızar ve ayağa kalkmak isterken tökezler ve yere yığılır. Birkaç gün sonra da son nefesini verir.

Gerisini Divan edebiyatı tarihçisi Şemsettin Kutlu'dan nakledelim.

‘‘Tarih 7 Nisan 1600'dü. Cenazesi Fatih Camii'nden Edirnekapı Mezarlığı'na götürülmek üzere kaldırılırken İstanbul sanki yerinden oynadı. Bütün kaynaklar, ‘‘bir şairin cenazesine şimdiye kadar böyle bir kalabalık asla katılmadığı gibi, bundan sonra da katılması imkansızdır’’ diyerek İstanbul halkının ona karşı gösterdiği sevgi ve saygıyı belirtmek ister.

İşin hüzünlü bir yönü, musalla taşına konmuş naaşının ardında biriken yüzbinlerce kişinin elpençe namaza hazırlandıklarını gören ve namazı bizzat kıldıracak olan yeni şeyhülislam Sun'ullah Efendi, bu manzara karşısında kendini tutamamış ve şairin

‘‘Kadrini seng-i musallada bilip ey Baki

Durub el bağlayalar karşına yaran saf saf’’ beytini yüksek sesle okuyarak hem kendi ağlamış, hem de yüzbinleri ağlatmıştı...

Yazarın Tüm Yazıları