Otobüsle Yunanistan yolculuğu müthiş eğlenceli. Bir kere insan etrafı seyrede seyrede gidiyor. Sonra Tekirdağ'da adama köfte yeme imkanı tanıyorlar. Kardeşler Lokantası'ndaki köftenin tadı şu anda bile damağımda. Tek sorunum, akşam yemeğe davetli olduğumuzdan ölçüyü kaçıramamak...
Çocukluğuma ait aklımdan hiç çıkmayan bir anı, Kuşadası'nda güneş battıktan sonra deniz kıyısında yosunların üzerine yatıp bir yandan gökteki yıldızları seyrederken öte yandan da dalgaların sesine eşlik eden Atina radyosundaki buzukiyi dinlememdir. Nedense müzik yüreğimin taa içine işlerdi.
Öte yandan Sisam Adası ufukta tam karşımızda dururdu. Hatta Kalamaki'ye gittiğimizde ada burnumuzun dibine gelirdi. Hani iyi yüzücü olsak, bir solukta karşı kıyıyı bulacağımızı bile düşünürdük. Bir defasında kayığına yelken taktıran babamın, annemle birlikte akıntıya kapılıp bu adaya düştüğünü unutamam.
Coğrafi yakınlığına rağmen, Yunanistan bize bir o kadar da uzaktı. Çünkü anlamsız sınır formaliteleri, iki tarafı adeta ulaşılmaz kılardı. Ege'nin üç adım uzaklıktaki karşı yakasına gitmek için onlarca kağıtla, izinle, üstüne üstlük masrafla boğuşmak kimseyi yüreklendirmezdi. Oysa sabahtan Sisam'a gidip orada nefis bir Sisam şarabı eşliğinde balık yemek ve akşam tekrar eve dönebilmek mutlaka çok keyifli olurdu. Elli yıllık ömrümde beni böylesine güzelliklerden mahrum kılanları, Türkiye'yi içine kapanık bir ülke haline getirenleri hiç affetmedim. Ama yeri gelmişken söylemeden edemeyeceğim: Turgut Özal'ın son derece yerinde ve cesur bir uygulamayla Yunanlılara vizeyi, hem de tek taraflı, kaldırmasından sonra Yunanlı diplomatların aynı cömertliği göstermesi hálá bekleniyor...
Birkaç hafta önce Selanik'ten bir yemek daveti alınca aklıma hep sözünü ettiğim anılar üşüştü. Selanik'e gidip Kordon boyunda dolaşmak, Ta Nisia'da akşam yemeğinin keyfini çıkartmak, sonra yine Kordon'da bir kahveye oturup okkalı bir sade kahveyle yemeği hazmetmek; bu arada yoldan gelip geçenleri seyretmek; gençlerin neşesiyle yüreğimi şenlendirmek ve uyku hálá kapıyı çalmamışsa bir tavernaya gidip buzuki dinlemek ve dansetmek ne hoş olurdu.
Cebimde vizesi hazır bir pasaport bulunması düşlerin gerçekleşmesi için beni cesaretlendirdi. Ama bu işlere vize ve pasaport yetmiyor, daha doğrusu yetmiyormuş...
Sabah uçuşlarıyla aram zaten iyi değil ve hiç de olmadı. Bu sefer de kargalarla birlikte kalkmama rağmen havaalanına son anda yetişebildim ve Türk Hava Yolları'nın lojistik desteğini alamadığım için uçağı kaçırdım. (Arada bir de azar işitmem yanıma kár kaldı.) Allah'tan gidilecek yer Selanik ve Türk Hava Yolları'ndan çok daha anlayışlı otobüs şirketleri var. Ulusoy'un Atina otobüsü beni Mahmutbey gişelerinin önünden aldı. Böylece, biraz geç de olsa yola koyuldum.
Otobüse binerken yaklaşık 600 kilometrelik yolun 7-8 saat tutacağını düşünmekteydim. Bu da Selanik'teki akşam yemeğine yetişebileceğim anlamına geliyordu.
İPSALA ÇOK ŞIK OLMUŞ
Otobüs yolculuğu müthiş eğlenceli. Bir kere insan etrafı seyrede seyrede gidiyor. Sonra Tekirdağ'da adama köfte yeme imkanı tanıyorlar. Kardeşler Lokantası'ndaki köftenin tadı şu anda bile damağımda. Hele yanındaki salçası bir başka lezzet öğesi. Tek sorunum, akşam yemeğe davetli olduğumuzdan ölçüyü kaçıramamam oldu.
Tekirdağ çıkışından İpsala gümrük kapısına kadar yine uzun bir yolculuk yaptık. Yalnız bu kez gazete ve dergilerle donanmış vaziyetteyim. Etrafı seyretmekten sıkıldığımda zamanı okuyarak değerlendirebiliyorum.
Gümrük kapısına geldiğimizde şaşırdım. İpsala çıkışı gerçekten çok şık olmuş. Pasaport kontrolünden de çabuk çıktık. Ancak, otobüs bir türlü yola koyulamamakta. Önce pasaportunda kalem oynatması olan yolcunun sorununu halletmesi bekleniyor. Bir yarım saat böyle geçtikten sonra gümrükçüler adamı otobüsten gelip aldı. Bagajı eline tutuşturuldu ve kaderine terk edildi.
Tam 'artık kalkıyoruz' derken bu kez şoför kayboldu. Yolcular söylenmeye başladı. Saate bir baktım ki, 300 kilometre bile tutmayan bir yol gelmemize karşılık sekiz saat geride kalmış! Homurtular artmışken şoför göründü. Meğer yolculardan biri satın aldığı dikiş makinesini pasaportuna kaydettirmemiş. Dikiş makinesinin formalitesi tamamlanıp tekrar bagaja konunca Meriç üzerindeki köprüyü geçip Yunan gümrük kapısına ulaştık.
Akşam oldu ve hava kararmaya yüz tuttu. Otobüsün kapısında bir Yunanlı gümrükçü hepimizi sorguluyor. 'Kimsin?', 'niçin geldin?', 'kaç gün kalacaksın?' gibi sorular bunlar. Benim pasaportum eş durumundan çıkartıldığından içinde 'Şarkıcı kocası' diye yazmakta. (Eşim İstanbul Devlet Operası'nda sanatçı.) Yunanlı gümrükçü buna bir anlam veremediği için kim olduğumu ve ne iş yaptığımı soruyor. Ben de gazeteci olduğumu söylüyorum. 'Kaç gün kalacaksınız?' dediğinde, 'iki gün. Bu akşam bir yemek yiyeceğim. Ertesi gün de Atina üzerinden döneceğim' diyorum. 'Yani buraya bir akşam yemeği için mi geldiniz?' diye hayretle soruyu tekrarlayınca, inandırıcı olamamanın çaresizliğiyle 'evet' diyorum. Yine de çok kibar. Sorgu suali uzatmadan, 'Peki, buyurun geçin' diyor.
Buyurup geçiyoruz ama saat de akşamın altısını çoktan geçmiş. Şoför muavini, 'Ağbi, geceyarısı Selanik'te oluruz' diye sözüm ona beni teselli ediyor. Harita üzerinde sınırla Selanik arası 300 kilometre. Nasıl olur? Cevap aslında basit. Çünkü evvela toplu gümrük işlemleri bir saate yakın tutuyor. Sonra otobüs bütün yolcularını adrese teslim etmekte. Bunun için de köylere uğranacak, kıyı köşe dolaşılacak. Üstelik hız sınırı konusunda çok titizler. Bir de benden başka kimsenin acelesi falan yok.
Bu kadar zamanım olmadığı için kıvranıyorum. Şoför halime acıyor. Türkçe bilen bir başka Yunanlı gümrükçüye, bir taksi çağırıp çağıramayacağını soruyor. 25 Euro verince taksi beni Aleksandropuli havaalanına bırakırmış. Oradan da bir araba kiralarsam, zamanında Selanik'e varmamın mümkün olduğu anlatılıyor.
Aynen öyle yapıyorum. Gece tam onda Selanik'te kalacağım otele iniyorum. Resepsiyon Ta Nisia lokantasından arandığımı müjdeliyor. Lokantanın sahipleri gelip beni otelden alıyorlar. Yaz günlerini hatırlatan nefis bir havada küçük, hoş, yerel renkleriyle hemen dikkat çeken restorana gidiyoruz. Bütün gün bir porsiyon Tekirdağ köftesiyle nefsini körletmiş bir insanın dev iştahıyla önüme koyulan yemeklere melûl melûl bakıyorum.
Neler mi yiyorum? İzninizle onu da gelecek hafta anlatayım...