İnsan on yılı aşkın bir süre her hafta yemek yazısı yazarsa, ister istemez tekrara düşüyor. Son askeri darbenin devamındaki siyasi yasaklarla ilgili referandum sırasında -siyasi yazı yazmak yasak olduğu için- bir sucuklu yumurta yazısı kaleme almıştım. Yazılarımı saklamak gibi iyi bir huyum yok. Üstelik bilgasayarımın belleği de belli ki dolmuş ve yazıyı oradan da silmişim. Ama başlığı bugün gibi hatırımda: ‘‘Yasaklar Kalksın’’ demiştim o gün. Aradan geçen zaman içinde ne siyasi, ne de gastronomik görüşlerimde bir değişiklik olmadı. Anlaşılan bir dinozor kadar inatçıyım. Şimdi de aynı görüşü savunuyorum. Yasaklar kalksın! Çünkü yasaklar insanın doğasına aykırı. Onlarla bir yere varmak mümkün değil. Yasağın her türlüsü insanın gelişimini engelliyor. İnsana hava kadar, su kadar lazım özgürlük. Özgürlüğün olmadığı yerde farklılıklar da oluşamıyor. Tek tip insanlar yetişiyor. Siyah-beyaz bir dünya yaratılıyor. Tekdüzelik yaygınlaşıyor. Sadece koronun varolduğu bir tiyatro eseri seyretmek zorunda kalıyoruz. Kamuya karşı birey savunmasız bırakılıyor. İnsanı insan olmaktan çıkartıyoruz. Değişimin ve dolayısıyla gelişimin önünü tıkıyoruz. Toplumların kaderi de insanlara bağlı olduğundan, onu da aynı sona doğru sürüklüyoruz. Ben böyle bir toplum içinde stereotip biri olmaktan nefret ediyorum. Yaratıcılığımın hadım edildiğini düşünüyorum. Böyle bir insan tipi kadar, böyle bir topluma da yabancı sayıyorum kendimi.Birkaç gündür evde gizli bir sucuklu yumurta kavgası sürüyor. Gizlilik aslında eşimin ketumiyetinden kaynaklanıyor. Yoksa ben açık seçik keyifli bir sabah kahvaltısı için ısrarla sucuklu yumurta istediğimi söylüyorum. Benim diplomatik çabalarımda tam bir açıklık sözkonusu. Oysa eşim bu isteklerimi hafif ve alaycı bir gülümsemeyle geçiştirmekte. Müzakere masasına oturmayı bile reddediyor. Ona göre ortada tartışılacak bir konu bile yok. Sucuklu yumurtayı Türkiye'nin Kıbrıs'taki durumu sayan Rum politikacısı tavrıyla ele alıyor. Oysa benim arzum Türk askerinin Ada'daki varlığı kadar gerçek. ‘‘Sen öyle diyorsan, öyle söylemeye devam et’’ tavrında. Nasıl olsa Uluslararası Topluluk bunu dinlemiyor havasında. Uluslararası Topluluk'tan kasdi ise aklıselim sahibi insanlar. Peki, onların aklının doğru, benimkinin ise yanlış olduğunu ispat edecek olan kim?DÜZEN VE ÖZGÜRLÜKLERÖzgürlükler konusu işte tam bu noktada devreye giriyor. Toplumların ayakta kalabilmesi için bazı normlar konmasını her zaman anlayışla karşıladığımı belirterek gireyim söze. Normlar olmazsa, topluluklar da, toplumlar da olmaz. Tıpkı kuralların bulunmadığı bir trafik düzeni olamayacağı gibi. Dikkat edin, trafik olmaz demedim. Normsuz bir trafiğin de olabileceğinin canlı örneğini bu ülkede görmek mümkün. Olmayan trafik değil, trafik düzeni. Düzen ise ancak başkalarının da özgürlüklerinin sözkonusu edildiği toplumsal boyutlar için savunulabilir. Normların kişisel planda uygulanmaya çalışılmasının adına gelince, buna eskiden beri zorbalık deniyor. Batı'da bireye rağmen bireyi savunmak diye bir tutum yok. Çünkü onlar bu tür zorbalıklardan çok çekmişler ve zaman içinde bunu aşmayı başarmışlır.Trajedinin düğüm noktası, bazılarının mutlak doğruyu keşfetmiş olma duygusu. İlk harfi büyük olan Gerçek onlarca malum. Eğer Gerçek biliniyorsa, onu aramanın boşa bir çaba olduğunu söyleyerek savunmaya başlıyorlar. Bu noktada da durmasını beceremiyorlar. Madem Gerçek biliniyor, ona karşı görüşleri dile getirmek de düpedüz bozgunculuktur, iddiasındalar. Bozguncular ve onların bozguncu fikirleri itlaf edilmeli diye düşünüyorlar. Düşüncelerini fiiliyata geçirip, bozguncuları asıp kesiyor, bozguncu fikirleri de yeryüzünden kazımaya çalışıyorlar. Dünyanın evrenin merkezinde bulunduğu ve öküzün boynuzları üzerinde bir tepsi gibi düz ve durağan olduğunu savunan engizisyon papazlarının tavrını başka nasıl açıklayabiliriz?Katolik Kilisesi'nin Kutsal Kitabı'nda bunu çağrıştıran satırları ben de okudum. Tanrısal Gerçeğe boyun eğmek her ehli imandan beklenen en doğal davranıştı o günlerde. Doğrusu işin kolayı ve rahat yanı da buydu. Ta ki, bazı aykırı düşüncelere önyargısız yaklaşan bilimadamları ortaya çıkana kadar. Onlar sürüden ayrılmayı denediler. Kutsal Kitap kadar aklın ve hikmetin de tanrısal bir vergi olmasından cesaret aldılar. Gerçek'in ilk harfini küçültüp, ‘‘gerçek’’ diye yazmaya ve algılamaya başladılar. Böylece başka gerçekler olabileceğini de hatırlattılar. Bunu hatırlatmakla kalmayıp, bir suç daha işleyerek düşüncelerini uygulamaya geçirdiler. Dünyanın evren içinde küçücük bir nokta olduğunu, tekmelenmiş yuvarlak bir top gibi hiç durmadan güneşin çevresinde döndüğünü toplumsal genel-doğrulara başkaldırmış bu insanlar sayesinde öğrendik ilk kez. Şimdi uzaydan çekilen fotoğraflar, papazlardan çok onların haklılığını göstermekte.Benim şu sıcak yaz günlerinde canımın çektiği sucuklu yumurtam ile evrenin bir köşesinde biteviyi dönüp duran top gibi yuvarlak dünyanın benzeşmesi tam bu noktada kesişiyor. Bu arada yeri gelmişken yumurtanın sarısının yuvarlaklığının, hatta dünyanın güneş çevresindeki hareketinin bir daireden çok yumurta gibi eliptik biçimi olmasının bu benzeşmede hiçbir rolü bulunmadığını açıkça belirteyim. İlişki daha çok, yaz günü yumurta yemenin zararı olup olmadığı ve bu zarara karşı bireyin isteği hilafına toplumca korunması gerekip gerekmediği noktasında düğümlenmekte.Eşim, gerçek bir Prusyalı olarak, her zaman her şeyin bir düzen ve disiplin içinde yapılmasından yana. Ona göre bu alanda toplumsal doğrular bizi yeterince aydınlatıyor. Doğru olan biricik eylem, bu gerçeklerin ışığında yaşamak. Onları sorgulamak ise aklı selim sahibi insanların yapacağı bir iş değil. Hekimler yumurtanın sarısının kolestrol deposu olduğunu söylüyorlarsa ve kolestrolün kalp ve damar hastalıklarının en önemli nedeni olduğu Gerçek ise, aklıbaşında insanlar yumurta yemez. Hele yaz günü bunu yağlı sucukla bir araya getirip ağzına bile koymaz. Daha iyisi, topluma uyum gösteren ve bozgunculuktan uzak duran bir kişi, böyle bir şeyi düşünmez bile. Bu apaçık bir düşünce suçudur. Bozguncu fikirler varsa -ki, olmaması daha hayırlıdır- Sigmund Freud'ün adresini verdiği bilinçaltına atılmalıdır. Orada da uslu uslu oturmalıdırlar. Sürgünde bulunan düşünceler suç oluşturmaz.Ben bu ifade edilmeyen ve eyleme geçirilmeyen masum düşünce suçlarına oldum bittim bayılıyorum. Düşünce suç olmasın diyorlar. Pekâla. Ama düşünceleri okuyan alet icat edilmediği sürece düşünce suçunun tespiti mümkün mü? İfade hürriyeti yoksa düşünce suçu ne menem bir suçtur? Hele eyleme dökülmesi kesinkes yasak olan bir düşünce suçu ne ola ki?Yumurtanın zararlarını bilmediğimi söylersem kimseyi inandıramam. Bunun ben de farkındayım. Yumurtanın sarısı kolestrol deposu, bu doğru. Hazmı çok güç, bu da doğru. Hele yağda pişirilirse bir enerji deposuna döşünüyor. El Hakk, bu da gerçeğin yüzü. Sucuk ise ayrı bir baharat ve yağ kaynağı. Gerçeğin bir başka yüzü de bu. Ama ne yaparsınız ki, ben yağda sucuklu yumurtaya bayılıyorum. Fakir işçi oğlanın zengin fabrikatör kızını sevmesi gibi seviyorum. Onsuz yaşamayı asla düşünemiyorum. Hadi evlenmeyelim, ama küçük bir kaçamağa niye izin verilmiyor? Fakir çocuk zengin kızı bir kez olsun öpemez mi? İnsanlar ille de başkalarının normlarıyla mı yaşamaya mahkum? Benim bireysel olarak özgür bir alanım yok mu? Evren niçin yaratıldı? Dünya niçin var? Bizim bu dünya üzerindeki varlığımızın nedenleri nelerdir?Felsefeye yeniden mi başlayalım? Ben sucuklu yumurtamı isterim!İki Küçük NotÇok değerli yazırımız, hayranı ve sadık okuyucusu olduğum Sayın Murat Bardakçı Lizbon'da bulunduğum günlerde benim bazı yazılarım üzerine zarif bir uyarı notu yayınlamış. Yazıyı geç okudum. Ama en kısa zamanda cevap vereceğim. Şimdilik kuru ve peşin bir teşekkürle yetineceğim.Öte yandan çok değerli üstüdım Doğan Hızlan'ın dil zaptiyeciliği üzerine kaleme aldığı yazıyı tekrar tekrar okudum. Ara sıra ben de aynı zaptiyeliği yaptığım için utandım. Özgürlükler konusundaki hassas