Paylaş
Önce Susan Corke konuştu.
Freedom House’un Avrasya direktörü.
Türkiye’de hapiste olan gazetecileri saydı, davalarını özetledi, Batı’nın gözünden bir Türkiye’de özgürlükler eleştirisi yaptı.
Sonra Barış Terkoğlu başladı konuşmaya…
Hem yüz yüze kaldığı, 20 ay hapis yatmasına neden olan Odatv Davası’nı anlattı…
Hem de Başbakan Erdoğan’ın basına yönelik sözlerinden olaylarda etkili olduğunu düşündüğü Cemaat mensuplarına uzun bir sunum.
“Hukuk ne içeri alınmamı ne de serbest bırakılmamı açıklıyor” diye bitirdi.
En sonunda da Gareth Jenkins konuştu.
2009’da Ergenekon Davası’na yönelik eleştirilerini Amerikan Kongresi’nin çalışma binalarından birinde yaptığı konuşmayla sunan ve o dönem Türkiye’de çok tartışılan İngiliz araştırmacı.
Terkoğlu’nun anlattıkları, Jenkins’in davayla ilgili verdiği bilgiler hep gazetelerde çıkan, hepimizin bildiği, çoğumuzun vicdanına sığdıramadığı eleştiriler.
Eminim salonu dolduran çoğunluğu Türk dinleyiciler için de pek sürpriz olmadı.
Peki niye Washington’da yapılır böyle konuşmalar?..
Niye yazdıkları nedeniyle hapis yatmış bir gazeteciyle tanışma şerefine eriştiğim Terkoğlu onca yol tepip buraya gelir, uzun uzun anlatır?..
İşte tam olarak böyle olmasa da dinleyicilerden biri de sordu bunu…
“İyi de” dedi “ne istiyorsunuz? Eğer ben Yönetim’den bir yetkili olsam sizden somut öneri isterdim.”
Jenkins cevap vermeye çalıştı.
Bunun bilinmesinin önemini anlattı vesaire…
Ama onun yerine ben söyleyeyim.
Çünkü oraya gelip konuşan herkes Washington’ın bu sorunun çözülmesi için Türkiye üzerindeki ağırlığını kullanmasını umut ediyordu.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi süreci gibi düşünün.
İç yollar tükenmiş, önünüzdeki tek seçenek dış yollar.
BDP’nin Washington’da temsilcilik açması…
CHP’nin de temsilcilik açacağı söylentileri…
Hepsinin altında yatan temel motivasyon aynı.
Washington’dan destek bulabilir miyiz?
Olur mu?.. Böyle bir yöntem işler mi?..
Olabilir elbette.
Nitekim sadece Washington’a bağlamak yanlış olur ama Barış Terkoğlu’nun hukukla açıklayamadığı salıverilmesinin de ben böyle bir sebepten olduğunu düşünüyorum.
Konunun uluslararası alanda Türkiye’yi fazla zorlayan bir yüke dönüşmesinden.
Bu Terkoğlu’nun masum içeride kalanların suçlu olduğu anlamına da gelmiyor.
Çünkü hiçbir rasyonel yanı olmayan, çok kendine has dengeleri olan bir formül bu.
Biri çok genç, diğeri yıllardır gazeteciliğin içinde hem çok dost ama hem de şimdi ayağını bağlayan çok düşman edinmiş.
Birinin yanında yabancı gazetecileri tanıyan dil bilen, yol bilen arkadaşları var, diğeri Güneydoğu’nun bir kentinde çalışan, dünyaya erişimi az biri.
Biri editör, diğeri daha büyük bir oyununun içinde, televizyon kurmuş.
Biri ofiste bir Türk, diğeri sahada bir Kürt.
Biri liberal, diğeri Kemalist.
Biri kadın, diğeri erkek.
Piyangonun kime çıkacağı…
O çarkların kimin için işleyeceği çok bilinmeyenli bir denklem.
Ancak profilden öte…
Büyük oranda da bir konjonktür meselesi.
Panel bitti.
Terkoğlu’yla konuşuyoruz.
“Karamsar ayrılıyorum ama daha sık gelmek lazım” dedi.
Ben de “Katılıyorum, çok fazla mesele var. İran’da ne olacağı belli değil. Türkiye’deki PKK görüşmeleri… Kimse bu dönem Türkiye’yi basın özgürlüğü konusunda sıkıştırmak istemez” dedim.
Çok normal bir durummuş gibi konuştuk, sonra vedalaştık.
Olur mu?
Birden bire yargı paketiyle, Başbakan’ın basına karşı tonunu değiştirmesiyle kendiliğinden düzelir mi her şey?
Kimse olmaz deyip kestirip atmak istemez elbette.
Ama Birinci AKP döneminde ülkenin demokratikleşmesinde AB nasıl itici güç görevi üstlendiyse…
Madeleine Albright 28 Şubat döneminde nasıl bir çıkış yaptıysa…
Hiç değilse kapalı kapılar arkasında bu telkinlerin Türkiye’ye yapılması için bu paneller sürecektir.
Dedim ya…
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi süreci gibi…
Paylaş