Paylaş
Washington’da bir masanın etrafında 50 kişilik bir grubuz. Ortadoğu’nun yakın döneme kadar önemli liderlerinden birini dinliyoruz. Ülkesinin Arap Baharı’nı nasıl gördüğünü, bölgenin nasıl kalkınacağını anlatıyor.
Konuştu uzun uzun… Soru faslına geçildi. Özellikle Körfez ülkelerinin ne kadar çok parası olduğundan, nasıl büyük eğitim yatırımları yaptıklarından bahsetmeye başladı. Sonunda ben de el kaldırdım. İçerisi think tank’çi, stratejist, diplomat dolu. Ki birçoğu “Bitse de rapor edecek bir şey olmadan gitsek” diye bekliyor muhtemelen.
Neyse… “Buyrun” dedi moderatör. Ben de teşekkür ettim. “Çok kısaca Türkiye’yi nasıl gördüğünüzü de öğrenebilir miyim?” dedim. O ana kadar hiç bahsetmemesine şaşırdım hem. Hem de bir yandan hikâye lazım. Yiyip içip sırdaş olup kalkacak değilim.
Anlatmaya başladı. “Atatürk’ün kurduğu modern cumhuriyet”, “İçinde İslamcıları eriten seküler sistem”, “Bölgenin güçlü ülkesi...” Güzel şeyler söylüyor. Ben de dürüst konuşayım. Biraz da bunları anlatır diye düşünerek sormuştum zaten. İyi haber için.
Ama sorun...Bir süre sonra AK Parti’den bahsetmeye başladı. Ama AK Parti demiyor. ‘Müslüman Kardeşler’ diyor. “Müslüman Kardeşler Türkiye’de şunu başardı, bunu yaptı.” Gaf desen… Bir değil, iki değil, üç değil. Müslüman Kardeşler aşağı Müslüman Kardeşler yukarı…
Hiçbir şey demedim. Salondakilerden de ses çıkmadı. Öylece kapandı oturum.
Yapabilirsiniz tabii. “Şu önde gelen kritik ülkenin lideri AK Parti’ye ‘Müslüman Kardeşler’ dedi” diye yazdınız mı tamam. Ama yine de sormam lazım. Adını mı unuttu? Başka bir şey mi var? Çünkü dediğim gibi aslında güzel şeyler söylüyor. Ama söylediği tam diplomatik sorun sebebi.
Yanına gittim. Durumu anlatıp acaba adı mı aklına gelmedi diye “Bir düzeltme yapmak ister misiniz?” dedim. Yanımızda da Al Arabiya’dan biri duruyor. “Bence mutlaka düzeltin” dedi lidere. Lider de bana dönüp, “Evet, lütfen Müslüman Kardeşler dediğimi yazmayın. Sorduğunuz için teşekkürler” dedi. “Ama” dedi sonra, “unutmayın, öyle olmasalar bile yakınlar.”
Belki kendi elimle hikâyeyi öldürdüm. Ama en azından bu haliyle anlatabilirim. Ve bu haliyle bile önemli olduğunu düşünüyorum. Şundan:
Ortadoğu’ya damga vurmuş üç liderin, ölümlerinden sonra onların yerine geçen üç çocuğu da yakın döneme kadar Başbakan Erdoğan’a çok yakındı. “Protégé” denir. Erdoğan’ın (59) kolladığı, yaşının da etkisiyle abilik yaptığı protégé’leriydi belki bu çocuklar. Babasını 2000’de kaybedince Suriye’nin başına geçen Beşar Esad (48). Kral Hüseyin 1999’da ölünce Ürdün’ü devralan Kral Abdullah (51). Ve babasını 2005’te bir suikastta kaybeden eski Lübnan Başbakanı Saad Hariri (43).
TÜRKİYE NE KAZANDI?
Ama Arap Baharı’ndan sonra her şey tersyüz oldu. Önce ilk hayal kırıklığını Suriye’de yaşadı Başbakan. Esad bildiğini okudu. Sonra Atatürk’e gözyaşı döken Abdullah çark etti. Ve geriye bir tek Saad kaldı. O da şimdilik.
Sorum şu: Elbette kimse Suriye’de yaşanan vahşetten sonra Esad’ı savunacak değil. Ya da bir krallık hiçbir zaman yaşadığımız çağın akıl öğreteni olacak değil. Ama en hafif şekliyle söylersem, son iki yıldır perçinlenen bu Müslüman Kardeşler algısı Türkiye’ye ne kattı? Bu kutuplaşmada Türkiye bundan ne kazandı?
Hafta içi Amerikan Savunma Bakanı’na Atatürk hakkındaki soruyu sorduğumda gözleri parladı birden. Cevap verdikten sonra sorduğum için teşekkür ettiği yetmedi. Sorunun sonunda sözü yanındaki Dempsey’ye bıraktıktan sonra da bana bakıp kafasını salladı. Diyeceğim… Dünyanın en büyük devrimlerinden birini yapmış bir adam yıllar yılı nasıl statükonun elinde hapsolmuş aklım almıyor ama... Artık Türkiye’nin kalkınmasının 10 yıl önce değil, bu cumhuriyetin ilkeleri konulduğunda başladığını söylemenin zamanı gelmedi mi? Bu gelişmeyi o cumhuriyetin yetiştirdiği beyinlerin başardığını kabul etme vakti değil mi? Müslüman Kardeşler meselesi biraz fazla ileri gitmedi mi?
İki taraf için de söylüyorum. Artık insanların tutuculuklarına Atatürk’ü alet etmeyi bırakması, diğerlerinin de Atatürk’e itibarını iade etmesi gerekmiyor mu?
Paylaş