İpsala Gümrük Müdürü Hasan Yılmaz'ın kızına beş yıldızlı Holiday Inn otelinde bilmemkaç milyara 500 kişilik nişan yapması, ayrıca nişanda kıza kilolarca altın takı takılması ortalığı birbirine kattı...Bu arada Hasan beye 8 tane dairesi, şu kadar arsası var falan diye de ayrıca yüklenildi...İnsafsızlığın bu kadarı gerçekten olmaz...Adam bugüne bugün 150 milyon maaşlı koskoca İpsala Gümrük Müdürü...Kızına nişanı Holiday otelinde yapmayacaktı da gümrük antreposunda mı yapacaktı?..Ve de kızına, gümrük müdürünün kızı diye takı takılmayıp harç pulu mu yapıştırılacaktı?..Bunlar ayıp şeyler...Hem gümrüklerden zor geçildiğinden şikayet eder söylemediğimizi bırakmayız... Hem de, geleni geçeni sorgusuz sualsiz gümrükten buyur eden böyle değerli müdür arkadaşlara da yapmadığımızı bırakmayız...*Dışarı gidip gelmiş herkesin, gümrüklerle ilgili mutlaka bir öyküsü, anısı vardır...Ben de sizlere bir iki gümrük öyküsü anlatayım...Yıllar önce eşimle, Roma'ya gittik... Roma, Londra, Paris sonrası gezimizin son ayağıydı... Şimdi bakkal dükkanlarında bulunan yabancı öteberi o günler ülkede bulunmadığından, elde avuçta ne varsa harcayıp ‘‘Şu bize, şunlar çocuklara’’ diye arsızca doldurduğumuz dört de bavul vardı beraberimizde...Uçaktan inerken uçağın kapısında iki kişi duruyordu... Uçaktan inip bagajlarımızı alacağımız terminale doğru yürümeye başladık... Baktım herifler peşimizde, sürekli bizi kolluyorlar...İtalya'da hırsızlıklar oluyor falan diye duyarız ya hep...Karıma fısıldayarak, ‘‘Bavulları alırken dikkatli ol... Şu arkamızdan gelen iki herif bizim bavulları çarpacaklar’’ dedim...Derken adamlar birden kayboldu... Biz bavulları alıp, gümrük bankosuna geldik... Ve meğer gümrükçü olan o iki adam bankonun öte yanında karşımıza geçti...Adamlardan biri, önce bizim o tıklım tıkış dört bavula baktı... Sonra da bana dönüp, ‘‘Bavullarda ne var?..’’ dedi.Ben de sözümona espri yapacağım ve adamlara şirin görüneceğim...Yılık yılık gülüp, ‘‘Haşhaş var...’’ dedim...Hayatımız da ondan sonra kaydı zaten...Bizim o sabahlara dek kan ter içinde kapattığımız bavullar açılıp içindekiler ortalığa bir saçıldı... Allah sizi inandırsın Roma Havaalanı'nın terminali aynen Salı Pazarı'na döndü... Bu arada karım, ‘‘Ne kadar da güzel espri yaptın’’ diye çıldırma durumlarında... Ben de o ara İtalyan gümrükçülere, aslında ne kadar kötü bir esprici olduğumu anlatmaya çalışıyor, işi daha fazla tırmandırmamaları için heriflere yalvarıyorum...Ne bileyim ki o sıralar iki günde bir gümrüklerde elinde bir bavul eroinle sağolsun bir vatandaşımız enseleniyormuş... O gün işi güç bela yırttık...*Bir de Frankfurt Havalimanı'nda başıma gelen bir olay var...Gümrükçüler bavulumu açtılar... Sonra aralarında fısıldaşıp sırıtarak bana manalı manalı bakmaya başladılar... Herifin biri de bıyık buruyor...Huylandım... Kafayı uzatıp bavula baktım... Bir de gördüm ki, bavulda sütyenler, kadın kilotları, rujlar, rimeller, kaş kalemleri var... Meğer o dönen bagaj setinde, benimkinin aynı olan bir hanımın bavulunu alıp gelmişim gümrüğe...*Ama gümrük denince benim aklıma hep, büyük müzisyen sevgili dostum, can arkadaşım Süheyl Denizci'nin hikayesi gelir...Yıllar önce, ama şöyle hayli bir yıllar önce Süheyl uzunca bir süre çalıştığı yurtdışından dönüyor...O devirler memlekette pabucunu sallasan yabancı mala çarptığın devirler değil tabii...Gelirken de kendisine yeni bir saksafon getiriyor... Aslında saksafon Süheyl'in büyük ustalıkla çaldığı sazlardan yalnızca biridir...O yıllar yurtdışına gidenlerle, yurtdışından ülkemize gelenler, bugünkü gibi tıklım tıkış üstüste olmadığından, gümrük kapıları nispeten tenha...Süheyl ve beraberindeki iki arkadaşı arabayla seyahat ediyorlar... Gecenin bir vakti Kapıkule'ye geliyorlar...Bizimkileri nöbetçi gümrük memurları karşılıyor...Pasaport, muayene falan derken, gümrükçülerden birinin gözü bizim Süheyl'in elinden bırakmadığı, gözü gibi baktığı saksafon kutusuna takılıyor...‘‘Ne var bunun içinde?..’’‘‘Şey... Saksafon var... Ben müzisyenim de...’’‘‘Aç bakalım öyleyse de görelim içindekini...’’ diyor görevli...Süheyl kutuyu açıyor... Ve gıcır gıcır saksafonu çıkarıyor içinden...Bilmiyorum şimdi de öyle mi, o zamanlar bir müzisyen çaldığı müzik aletini serbestçe gümrük ödemeden yurda sokabiliyor...Gümrükçü saksafonu alıp şöyle bir evirip çeviriyor... Sonra da Süheyl'e dönüp;‘‘Peki sen bunu çalmasını biliyor musun?’’ diye soruyor.‘‘Tabii’’ diyor Süheyl... ‘‘Söylemiştim ya, ben müzisyenim...’’‘‘Biz çok gördük böyle numaraları... Gümrükten yırtmak için herkes aynı dümeni yapıyor... Haydi öyleyse çal da görelim.’’Bakıyor, hele de gecenin o saatinde yapacak başka şey yok, bir an önce buradan kurtulup yola devam etmek lazım...Süheyl alıyor saksafonu... Önce şöyle bir ‘‘Do, re, mi, fa, sol, la si, do’’ çekiyor...Ve ülkenin gelmiş geçmiş en büyük caz ustalarından biri olan Süheyl, sonra da ünlü bir caz parçasından ufak bir bölüm üflüyor...Gümrük memurları önce birbirlerine bakıyorlar... Sonra bir tanesi Süheyl'e yaklaşıyor:‘‘Bu ne?..’’‘‘Ünlü bir caz parçasından bir bölüm...’’‘‘Yok arkadaş’’ diyor memur. ‘‘Sen madem bunu çalıyorsun, şöyle adam gibi bir şey çal da anlayalım... Şöyle döktür bir 'Çadırımın üstüne' de görelim...’’Ve Süheyl çaresiz başlıyor, ‘‘Çadırımın üstüne şıp dedi damladı’’yı çalmaya...Mevsim kış... Gecenin o vakti kar yağışı da giderek artıyor...Memurları tatmin edip bir an önce çekip gitmek için de parçayı çalarken ara nağmelerle süsleyip saksafonculuğun ne kadar numarası varsa göstermeye çalışıyor...Parça bitince ‘‘Oldu olacak tam olsun’’ diye bir de uzun hava patlatıyor mu sana...İşte işin rengi ondan sonra değişiyor...Bir bakıyor gümrük memurları etrafını çevirmiş el çırpıyorlar...Tüm bunlar memurlara ait barakamsı küçük bir binada oluyor... Bu arada hava da gittikçe soğuyor...Süheyl mini ve zoraki konserini bitiriyor...Bu defa memurlar, ‘‘Yoo abi, bu ıssız yerde zaten sıkıntıdan patlıyoruz, seni öyle kolay kolay bırakmayız’’ diyorlar... ‘‘Hem gecenin bu saatinde bu karda soğukta yola çıkıp ne yapacaksınız?.. Zaten yorgunsunuz da... Sabah erkenden yola çıkar, öğleye kalmadan İstanbul'da olursunuz... Hem sen şimdi bunları boşver de, n'olur patlat bir kasap havası...’’‘‘Olurdu... Olmazdı...’’ derken... Süheyl çaresiz başlıyor bu defa da Kasap Havası çalmaya... O çalıyor çalmasına da... İşin daha ilginci, gümrük memurları da başlıyorlar oynamaya...Bu arada adamlardan biri çaktırmadan dışarı çıkıyor...Az sonra bir dönüyor ki, nevale o biçim tamam... Beyaz peynir, pastırma, konserve pilaki... Bir de yetmişlik rakı var elinde...Zaten de olmuş sabahın üçü... Bu arada ne gelen var, ne giden... Başlıyorlar ufak ufak demlenmeye...Süheyl zaten duygulu adam... Üstüne üstlük bir de vatan, ayrıca rakı hasreti var...Gelsin ‘‘Karşılama oyun havası’’ gitsin ‘‘Bahriye çiftetellisi’’ arkadaşları kırmamak için çaldıkça çalıyor, coştukça coşuyor... Yetmişliğin biri gidip biri geliyor... Ve de böyle sabahı ediyorlar sonunda...Sabahı ediyorlar, ama kimsede de hal kalmıyor...Nöbeti biten memurlar evlerine gidiyorlar... Süheyl ve arkadaşları da biraz kestirip dinlenmek, daha sonra da yola koyulmak üzere arabanın içinde kıvrılıp yatıyorlar...Öğleye doğru da perperişan uyanıyorlar...Hava gene soğuk, kar gene yağıyor...Gece mühürlenip imzalanan evrakları almak için büroya gidiyorlar... Ama bir de ne görsünler!..Geceki o hayhuy içinde, saksafonun geçiş kağıdını imzalamayı unutmuş memurlar... Geri kalan her şey tamam...Durumu anlatmak için nöbeti devralmış gümrükçülere gidiyorlar.İçlerinden biri kutuyu açıyor, saksafonu çıkarıyor... Şöyle evirip çevirip baktıktan sonra Süheyl'e dönüyor:‘‘Peki sen bunu çalmasını biliyor musun bakalım?..’’Süheyl'i bir sinir basıyor, derken bir titremedir alı