Paylaş
Önceki hafta Troya’nın Hellenler’in eline düşmesine neden olan mitolojik “tahta at” öyküsünün perdesini aralamış, dinsel bağnazlığa, hurafelere, boş inançlara saplanmanın, nasıl felaketle sonuçlanabildiğini görmüştük. Bugün de aynı savaşla ilgili bir başka olayı ele alacağız ama bu sefer ele alacağımız olayın, bugünün büyük dinlerine uzanan ilginç yapısına bakacağız. Ama önce olayı bir hatırlayalım. (Geçen yazıda anlatmak istediklerimi sığdırabilmek için bazı noktaları yüzeysel geçmiştim, burada biraz daha açacağım. Tekrar gibi görünmesinin nedeni, açıklığa kavuşturma isteğimdir.)
KAZ DAĞI’NDA BİR ÇOBAN
Efendim, Troya Kralı Priamos ve eşi Kraliçe Hekabe’nin oğullarından birinin doğumuna birkaç gün kala, Hekabe bir kâbus görür. Rüyada, karnından çıkan bir alev bütün Troya’yı sarar ve cayır cayır yakar. Ertesi gün danışılan falcılar, doğacak çocuğun kente yıkım getireceğini söylerler. Bunun üzerine çocuk doğunca Kral Priamos onu bir adamına verip İda Dağı’nın (bizim Kaz Dağı) bir tarafında bırakmasını ister. (İşte bunlar hep hurafe.) Vahşi hayvanlar çocuğu nasıl olsa öldürecektir. Ama bir ayı çocuğu bulup emzirir nedense ve sonra da onu bulan bir çoban, evine alıp kendi oğlu gibi büyütür. Tabii ismini bilmediği bebeğe de bir isim koyar: Paris. Paris, bir çoban olarak büyür. Sorumlusu olduğu hayvanlara çok iyi baktığı için de çoban arkadaşları ve çevresindekiler ona, “koruyucu” anlamına gelen “Aleksandros” ismini verirler. Aleksandros, bizim sonradan bildiğimiz “İskender” ismidir. Tabii bu, “Büyük” olanı değil.
LÜZUMSUZ BİR YARIŞMA
Bu Paris, bir gün İda Dağı’nda sürü güderken, mitolojik tuhaflıklar gereği, Hera, Athena ve Afrodit isimli tanrıçaların “hangimiz daha güzeliz?” yarışmasında kendisini bir anda hakem olarak bulur. Dünyayı ve kaderi elinde tutan tanrıçaların, ergen bile denemeyecek ruh halleriyle gidip bir çobana danışmaları üzerinde duracak değiliz. Hepsi ayrı ayrı vaatlerde bulunur. Ama Paris, kendisine, “Spartalı Helen” diye birinin aşkını vaat eder ve haliyle ömrü dağda geçmiş Paris de vaatler arasından şanı, şöhreti, başarıyı, zaferi falan değil, güzel bir kadını seçer, Afrodit’i en güzel ilan eder. Ve o günden sonra da olmayacak bir duaya âmin dediği için hem kendisiyle dalga geçer hem de tanrıçanın sözünde duracağına inandığı için vaadin, nasıl olacağını bilmediği bir yolla gerçekleşeceği günü iple çeker.
AŞK-I MEMNU
Bir gün Troya’da oyunlar düzenlendiğini duyar, oraya gidip oyunlara katılır, başarılı olur; nasıl olduysa kız kardeşi kâhin Kassandra onu tanır, olay ortaya çıkar. Tanrıların, doğumdan önceki kehaneti bozduğuna ve oğullarını kendilerine bağışladığına inanan Priamos ve Hekabe de evlatlarını bağırlarına basarlar. Ama kehanet denilen şeyin ne zaman gerçekleşeceğini kimse bilemez! Paris, nam-ı diğer Aleksandros, eh, koskoca prens olmuştur artık ve hemen, babası kralın da onayını alarak Sparta’ya gider. Prens olduğu için de Sparta Kralı Menelaeos’un sarayında ağırlanır. Orada Menelaos’un karısı Helene’ye âşık olur, kadıncağızı da kendisine âşık eder, Troya’ya dönerken de yanında götürür.
İşte bundan sonra kıyamet kopacak ve Menellaos, bütün Yunan (Hellen) güçlerini harekete geçirecek, ağabeyi olan Agamemnon’un kumandası altında dev bir filonun Troya’ya intikam seferi düzenlemesini sağlayacaktır. Bizim bugünkü öykümüz de işte tam bu zamana denk gelir. Troya Savaşı’nın Homeros ve başka ozanlar tarafından aktarılan öyküsünü biliyoruz ama o arada olan, nedense çok konuşulmaz, Homeros tarafından yazılmamıştır, oysa neredeyse her noktası ile bizim ilgi alanımıza girmektedir.
NEREDE BU RÜZGÂR?
Hellen donanması, Yunan anakarasında, Euboea, bizim bildiğimiz ismiyle Eğriboz Adası’na bakan Aulis liman kenti önlerinde toplanır. Söylenene göre bin gemi toplanmıştır. Gemiler gelir, askerler hazırlanır, büyük komutanların hepsi hazırlığını yapıp gelmiştir. Her şey sefer için hazırdır. Troya’ya varılacak, kısa sürede Troya yerle bir edilip kaçırılan Helene geri alınacak, hem Menelaos hem de Hellen soyu intikamını almış olacaktır. Lakin Helene işin bahanesidir, daha önce de üzerinde durduğumuz gibi Çanakkale Boğazı’nı (o günkü adıyla Dardanelles) kontrol altında tutup ticaretin kontrolünü arttırmaktır asıl amaç. Her neyse...
Donanma sefere çıkmak, yelken açmak için haliyle uygun rüzgârı beklemeye başlamıştır. Ama bir türlü gelmez o rüzgâr. Bekle bekle gelmez. Günler, haftalar geçer, yine gelmez. Antik dünyada her zaman yapıldığı gibi, Kral Agamemnon, kâhin vasıtasıyla tanrılara danışır. Aulis’te egemen güç, tanrıça Artemis’tir. (Batı Anadolu’dan çok iyi tanıdığımız Artemis’tir bu.) Artemis, eskiden kalma dinsel bir suçu nedeniyle Kral ve başkomutan Agamemnon’a da kızgındır bu arada. Artemis, kâhin Kalkhas aracılığıyla uygun rüzgârlarla filonun yola çıkmasına izin vermesinin tek bir şarta bağlı olduğunu söyler. O da Agamemnon’un kendi kızı İphigenia’yı kendisine kurban etmesidir.
BİR BABA BUNU NASIL YAPABİLİR?
Agamemnon yıkılır. Canı kadar sevdiği biricik ve henüz hayatının baharında olan kızını kendi elleriyle kurban etmek korkunç bir fikirdir. Fakat ordunun baskısı bir yandan, diğer kralların diline düşmek bir yandan, çaresizlik içinde kabul eder; ama kızını, yaşadıkları Argos kentinden “Gel kızım seni kurban edeceğim” diye çağırmak olası değildir. O da bir mektup yazarak, “Gel kızım seni Akhilleus’la evlendireceğim” diye bildirir. (Tendonundan tanıdığımız savaşçı.) Zavallı bakire, annesi Klytaimnestra (Klütaymestre okunuyormuş) ve kundaktaki erkek kardeşi ile birlikte uzun bir yolu teperek Aulis’e yola çıkar. Ama bu esnada Agamemnon’un “Vazgeçtim gelmeyin” diye yazdığı ikinci mektup ise tabii ki ellerine geçmez. Hatta onlar gelmeden Agamemnon ve kardeşi (karısı Helene Paris tarafından kaçırılan) Menelaos tartışırlar, çünkü Menelaos ikinci mektuptan haberdar olmuştur ve bütün seferin başlamadan bitmesi onuruna dokunmaktadır. Ağabeyini, kardeşliğe uymayan bir fikir değiştirmeyle, kendisini ve orduyu rezil etmekle suçlar. Ağabeyi onu güzel yanıtlar:
Agamemnon: “Onu veremem, sen zaten kendi karına sahip çıkamamışsın. Hiçbir suçum yokken hatalarının bedelini ben mi ödeyeceğim? Senin derdin koynuna güzel bir kadın almak. Mantık ve ahlak umurunda değil. Kötüler kötülüklerden keyif alır. Başta düşüncem yanlıştı, sonra doğrusuyla değiştirdim diye deli mi oldum? Tanrı’nın yardımıyla sana uygun olmayan eşinden kurtulduğun halde, onu geri getirmek için çırpınan sen delisin asıl. (.....) Evinden kaçan ahlaksız eşinin geri getirilmesiyle hak etmediğin bir mutluluğu tat diye ben çocuklarımı öldüremem. Yetiştirdiğim çocuklara haksızlık ederek gece gündüz gözyaşı dökemem.”
Bu tartışma sürerken İphigenia, annesi ve küçük oğlan çıkar gelirler. Artık çok geçtir, karardan dönmek mümkün değildir. Bu kez Menelaos’un da kalbi yumuşar ve iddiasından vazgeçerken Ağabeyine usulca, Helene’yi kazanmak uğruna ağabeyini kaybetmeyi göze almayacağını belirterek, kendi fikir değişikliği hakkında da şu güzel lafı eder: “Her seferinde daha iyisini düşünmek şartıyla fikir değiştirmek kötü bir şey değil.”
VE ANİDEN...
Tabii olay, Akhilleus’un da uyduruk düğünden haberi olmadığı için kısa sürede ortaya çıkar. Klytaimnestra çılgına döner. Hangi anne çocuğunun kurban edilmesine göz yumabilir ki? Neyin uğruna olursa olsun. Tabii İphigenia da öğrenir kurban gideceğini. Korkar genç kız, sendeler ama sonunda vatan millet sevgisiyle kabul eder. Topluca ağlaşılır falan. Ama içlerinde en dirayetlisi, yine İphigenia’dır.
Sunağa çıkar, kâhin Kalkhas onu büyük saygı ve hassasiyetle karşılar. Boynuna çelengi geçirir. (Kurbanların süslenmesi eski bir gelenektir. İster koç, ister insan, ister deve, ister boğa...) Olayı sonradan, büyük yas içindeki annesine anlatan bir haberciden öğreniriz ki, o an kılıcın çıkarttığı boyun kesme sesini herkes duyar ama ortada kız yoktur, kafası kesilmiş bir dağ ceylanı vardır. Anlaşılan o ki, Artemis kıza acımıştır ve onun yerine bir ceylan koymuştur.
HER DURUMDA KIZ YOK
Peki İphigenia nerededir? Habercinin anlattığına göre “göğe yükselmiştir”. Anne ağlasın mı, sevinsin mi bilemez. Hayır kızı kurban ediliyor diye ağıt yakarken, kızının kurban edilmediğini ama yine de onu yeniden kucaklayamayacağını çünkü göğe yükseldiğini öğrenmek, ne tuhaf bir duygu olsa gerektir. Agamemnon, karısına, “Evet artık kızımız tanrıların arasında” diye karısını teselli eder, (nasıl da böyle normal bir şeymiş gibi karşılar, anlamak zor) vedalaşırlar, filo yola çıkar ve on yıl süren bir savaştan sonra Troya’nın köküne kibrit suyu dökülür. Olayın devamında İphigenia Kırım’da (Tauris’te) karşımıza çıkar. Artemis onu göğe alıp, oradan Kırım’daki bir tapınağa rahibe yapmıştır. (Artemis havayollarını tercih ettiğiniz için teşekkür ederiz. Şaka bir yana, Kırım, Gürcistan ve aslında Karadeniz kıyılarının hemen hemen tamamı, Yunan kentlerinin ticaret ağlarına dâhildi ve çoğunluk bu ticareti Çanakkale’den geçerek yapıyor, Boğaz’dan geçen de vergi ödüyordu. Sadece Helene için değildi yani Troya Savaşı!)
Denebilir ki, Homeros yazmadıysa bunları nereden biliyoruz? Antik dönem edebiyatı, eğer Homeros’ta yoksa mutlaka tragedyalardan seslenir bize. Bunu da yazan Euripides adlı tragedya yazarı. İki cilt halindedir eser. İphigenia Aulis’te ve İphigenia Tauris’te. İkisi de Türkçe’de var. Ben, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’nın, Ari Çokona çevirisinden yararlandım.
NEREDEN NEREYE
Şimdi olayı biraz didikleyelim. Euripides, MÖ yaklaşık 484-406 arsında yaşamış bir ozan. Euripides, insan kurban edecekken yerine aniden bir kurbanlık hayvanın belirmesini (tıpkı Hz. İbrahim öyküsünde olduğu gibi) ve artık kutsal addedilen birinin ölmeden göğe yükselmesini (tıpkı Hz. İsa’da olduğu gibi) kaleme almış. Tabii Hz. İsa’nın ortaya çıkmasına neredeyse daha 500 yıl varken ondan söz etmek olanaksız. Eski Ahit’in de bir bütün olarak ne zaman kaleme alınarak oluşturulduğu da bugün halen tartışılıyor ama MÖ 5’inci yüzyıl, yani Euripides’in yaşadığı dönemler, tartışmalarda ağırlık kazanıyor gibi. Kültürleri, “o bundan aldı, şu da öbüründen aldı” diye inceleyemeyiz. Çünkü insan, teknoloji bugüne göre çok zayıfken bile sürekli iletişim halindeydi, günümüzdekinden çok farklı olsa da yine de girift yaşıyordu. Öyküler bütün dünyayı dolaşıyordu desek yanlış olmaz. Yavaş ama emin adımlarla gerçekleşen dolaşımlardı onlar. MÖ 5’inci yüzyılda yazılmış bir Yunan tragedyasında karşımıza kurban da çıkar, göğe yükselme de, coğrafya da, tarih de. Ne mutlu yazının icadından bu yana her şeyi kaydedenlere...
BU HAFTA SONU HAVA VE DENİZ
PAZAR YAĞIŞ OLASILIĞI VAR
Hafta sonu boyunca Güney Marmara’da hava sıcaklığı 30-31 derece santigrat bandında. Rüzgâr, şu an nasılsa öyle devam ediyor, önemli bir değişikliği yok. Yani klasik Anadolu meltemi sürmekte. Öğleden sonra nefesi kuvvetlenir, gün batımıyla da zayıflar. Pazar günü öğleden sonra Marmara’nın doğusuna biraz yağış düşme olasılığı var. Ama olasılık bu. Günümüzde artık sert değişen koşullara yönelik beklentiler de hızla değişebiliyor. Sağlıklı ve bol neşeli günler dilerim.
Paylaş