Paylaş
Anadolu'daki Bergama'nın Berlin'deki Müzesi'nde yer alan bir rölyef. Sağ alttan yani topraktan yükselen figür Gaia.
Bir yakınını kaybetmeyenimiz yoktur. Olamaz zaten. Bu dünyadan kimse sağ kurtulamıyor. Bunu bilsek de sevdiğimiz birini bir daha görememenin acısı içimize çöker her zaman ve hiç kuşku yok ki her kayıp, erkendir. Zaten, insanı hem çileden çıkartan hem romantizme sürükleyen hem de delirmemesi için başka işlerle uğraşmaya yönelten ana motivasyon değil midir, hepimizin kısacık bir ömrün sonunda hayata veda edeceği gerçeği? “Kısacık”lığı göreceli tabii. Evrenin yaklaşık 14 milyar, Dünyamızın ise 4,5 milyar yaşında olduğunu düşünecek olursak, ortalama 80-90 yıllık ömürlerin ne önemi var? Oysa hiç de az sayılmaz bize göre 80-90 yıl. Dünya tarihinin en önemli sanatsal figürlerinden Mozart, 35 yaşında veda etmişti yaşama. Bize birkaç satırla dev öyküler, tarif edilemez duygular anlatan en sevdiğim şair Orhan Veli Kanık ise sadece 36’sındaydı öldüğünde. Hz. İsa çarmıha gerildiğinde ise 33 yaşındaydı. Bilgelerin hep söylediği gibi: “Ne kadar yaşadığın değil, yaşarken ne yaptığındır hayatın.”
CAN VERİR Mİ DERSİNİZ?
Sevdiklerimizi kaybedeceğimizi bilmek endişe, kaybetmekse büyük acıdır her zaman. Sadece bizim değil, pek çok dünya kültürünün geleneğidir aramızdan ayrılanları “toprağa vermek”. Çünkü toprak, binlerce yıldır yeniden dirilişin sembolüdür ve sevdiklerimizin bir gün aramıza dönmesi ya da bir gün onlarla, bilmediğimiz bir şekilde, bilmediğimiz bir zamanda ve bilmediğimiz bir yerde yeniden görüşecek olma umudu gizlidir bu eylemin altında. Madem ki hepimiz gireceğiz toprağın altına, ve (işte o motivasyona geldik) hayat bu kadar anlamsız olacak değil ya, yaşa, çalış, çabala, öğren, olgunlaş, sonra pat diye öl, eh mutlaka nereye gidiyorsak orada görüşeceğiz o zaman. Buna, elimizde bir tane bile somut kanıt olmamasına rağmen binlerce yıldır inanıyoruz. İnanmaya ihtiyacımız var. Değil mi ki kışa girerken doğa ölüyor ve sonra yeniden diriliyor; değil mi ki kara kuru bir tohumu toprağa bırakıyorsun ve kısa süre sonra oradan yemyeşil bir hayat beliriveriyor ve bize sulu, tatlı, enfes meyveler, mis kokulu çiçekler veriyor; başka deyişle değil mi ki toprak can veriyor, o halde neden bize de vermesin?
TOPRAK ANA
Tarihimizin en başından bu yana, hangi coğrafyada yaşarsak yaşayalım, binlerce yıldır toprağı “kadın” olarak tasvir etmişiz. Hayat vericilikten, doğurganlıktan dolayı. Ve o yüzden deriz ona “Toprak Ana”. (Daha önce toprağın analığı ve babalığı üzerine sohbet etmiştik: https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/tayfun-timocin/hem-anadir-hem-babadir-toprak-41942383 )
Toprağın, Mezopotamya+Fenike+Mısır formülüyle oluşmuş Yunan (Helen) mitolojisindeki adı “Gaia”dır. Elbette kadındır. Kaos’tan gelmiştir ve kocası da, aynı yerden gelen Ouranos’tur (Uranus) okunur. Uranus, “gök”tür. Hiç el aleme bakmaya gerek de yok hani, Türk mitolojisinde de öyledir. İsimleri farklı olabilir ama yer, yani toprak, Türklerde de binlerce yıldır anadır. Ama şu an bize gereken, Helenlerin “Gaia”sı. Bu ismi unutmayalım lütfen.
DİPSİZ KUYU?
Kuyuda içeriden dışarıya bakınca da bir garip hissediyor insan. Foto Valentin Lacoste - Unsplash
Günümüzde pek yok ama herkes adını bilir. Görmese de bilir. Kuyudan söz ediyorum. Günümüz gençleri kuyuları artık sadece korku filmlerinden biliyor olabilirler. Ziyan yok. Kuyudan su çekmek büyük zevktir. Aslında bütün işlevi, yaşamın ana unsuru olan suyu temin etmek olan kuyular, nedense korkutur insanı. “Dipsiz kuyu” denir mesela. Dipsiz bir kuyu yoktur oysa. Bu, korkudan, bakınca dibinin görünmemesinden kaynaklanır. Sizi bilmem ama benim de çocukluğumda, kuyulara bakıp bakıp korkmuşluğum vardır. Korkmak bir duygu… Aslında oraya bakarken insanın hayal gücü çok hızlı ve geniş çalışıyor. Neler olabilir aşağıda? Canavarlar?.. Önceden toprağın altına gönderilmiş ruhlar?.. Yılanların kraliçesi Şahmaran?.. Hz. Yusuf?.. Ne çok şey gelir insanın, hele bir çocuğun aklına. Dedim ya, kuyunun görevi aslında çok güzel bir şeydir, su sağlar bize. Su yaşamdır ya hani, içinde yaşam olan şeyde, biz hayal gücümüzle “ölüm” ararız!
YUSUF’UN BAŞINA GELENLER
Bütün kültürlerde kuyuların özel bir yeri vardır. İslâm geleneği de bize kuyudan söz eder. Yukarıda göz kırptığımız Hz. Yusuf’un kıssasında da vardır. Kardeşleri, sırf babalarının daha çok sevdiğine inandıkları Yusuf’u kuyuya atmaya oybirliğiyle karar verirler ve bunu gerçekleştirirler. (Yûsuf Sûresi) Sonra bir kervan gelip onu çıkarır, Mısır’a götürüp satar vs. Şahmaran öykülerinin başı da öyledir. Câmasb adlı genç kuyuya iner, orada gizli bir geçit bulur, takip eder ve muhteşem bir bahçeye çıkarak Şahmaran’ın yaşadığı yere ulaşır. Şahmaran, insanlardan burada gizlenmektedir ve onu koruyan en önemli unsur, kuşkusuz, insanlardaki kuyu korkusudur. Câmasb’ın ilk aştığı şey, o korkudur. Her neyse…
ŞU MEŞHUR GAYYA
Mısır tanrılarından Anubis, hayatını kaybetmiş birini Ölüler Diyarına hazırlıyor. Mumyalıyor yani. Krallar Vadisi mezar freski.
İslâm geleneğinin en iyi bildiği bir başka kuyu ise Gayya’dır. Günlük konuşmada bile hatalı olsa da kullanırız. Boyumuzdan büyük dertler açacak ortamlar için kullanırız “o iş tam bir gayya kuyusu” diyerek. Halbuki kuyunun adıdır zaten Gayya. Geleneğe göre Cehennemin beşinci tabakası olan Huteme’nin içindeki korkunç kuyunun adıdır hem de. Dinsizler ve Tanrı’nın emirlerini yerine getirmeyen dinlilerin bu kuyuya atılacaklarına inanılır. (O.Hançerlioğlu, İslâm İnançları Sözlüğü, Remzi K.,2. Basım, 1994, s.112) Gayya Arapça “baştan çıkma, kötü yola düşme, kötülük” anlamlarına gelir. Bu kuyunun adı bir yerden tanıdık geldi mi? Yunan mitolojisindeki Gaia, yani “toprak” oradan hepimize göz kırptı değil mi?
YORUM OLMAZSA OLMAZ
Bu sesin bize çağrıştırdığı başka bir şey var; doğrudan değil ama dolaylı bağlantılı bir konuyu akla getiriyor tabii. Bizler, genellikle her yazılı metni, doğrudan anlamaya eğilimliyizdir. Oysa her yazıda, anlatılanın ötesinde, anlatılmak istenenler olabilir. Kutsal metinlerde ise “olabilir” değil, doğrudan öyledir. Veya yumuşatalım, “öyle olduğu düşünülür”. Bu nedenle her dinde tefsir vardır. Önüne gelenin yapmaması gereken yorumları, o konunun uzmanları, bilginleri yapar. İslâm’da da böyledir, örneğin Musevîlik’te de. Yahudi metinlerinin Kabalistlerce yorumlanması sonucu, ortaya Tevrat’ın anlattıklarından çok daha başka, çok daha -bana göre- yüksek değerde anlatılar çıkar. Tıpkı İslâm’daki tasavvufta olduğu gibi. Bu inançlarda bir de Tanrı’nın bizden gizlediği şeyler vardır. Her şeyi görmeyiz/göremeyiz, her şeyi bilmeyiz/bilemeyiz. İşte tasavvufta Tanrı’nın insanlardan gizlediği her şeye “gayb”(gaib) denir. Bu da Arapça tabii. Gayb, bugün dilimizde “kayıp” olarak varlığını korumaktadır.
KAYBETMEK NEDİR?
Bir eşyamızı kaybettiğimizde, aslında onu bulamadığımızı söylemiş oluruz. Gerçek bir gayb değildir o. Çünkü arandığında bulunur er ya da geç. Fakat bir insan öldüğünde, işte o bize göre gerçek bir gaybdır. Yani, bir dakika öncesine kadar var olan ruh ve hayat, bir dakika sonra yok mu oldu, yoksa başka bir yerde varlığını koruyor mu? Görmüyoruz, bilmiyoruz. Arasak da bulamayız. O nedenledir ki birisi, “Babamı kaybettim” dediğinde, “ara, bulursun belki” diye budalaca şaka yapmaz bizim toplumumuz. (En azından eskiden yapmazdı.) O kaybın anlamını ve acısını bilir. O kaybın, sözcüğün kökenindeki gayb olduğunu bilir. Ama zaman zaman birine “Gaipten sesler duyuyorsun herhalde!” diye takılmak, hepimizin yaptığı şeydir. İşte seslerin geldiği gaib, aynı gaybdır. “Kayıplara karışmak” kalıbı da aynı yerden gelir.
SEN DE Mİ BRÜTÜS?
Rembrandt'ın Dr.Nicolaes Tulp'un Anatomi Dersi isimli tablosu. 1632
Bazı kayıplar (ölümler) şüphelidir. “Nasıl, neden, ne zaman öldü?” sorularına yanıt almak isteriz. Kimi zaman devlet ister bunu. İşte o zaman otopsi devreye girer. Otopsi, iki Yunanca sözcüğün birleşiminden oluşan bir sözcüktür ve eylemin anlamını verir: Autos (kendi) ve opseia/opsis (görme:optik). Bunlar birleşince “Kendi gözüyle görme” anlamına gelir otopsi. Yani, “Tamam kişi ölmüş de, bir de kendi gözlerimizle görelim bakalım neden ölmüş” demektir o.
Otopsinin, antik Mısır’da başladığı kabul edilir. Ölenlerin iç organları çıkartılıyordu ve ölü beden temizlenerek özel maddelerle dolduruluyor, kısacası mumyalanıyordu. Ölüler, “Ölüler Diyarı”na gitmeye böyle hazırlanıyordu. MÖ 44’te Jül Sezar 23 bıçak darbesiyle katledilince, Roma Senatosu otopsi istedi mesela. Hazırlanan rapora göre ölümcül yarayı, ikinci bıçak darbesi açmıştı. “Sen de mi Brütüs?”
KARŞI ÇIKMAK?
Tarih boyunca “içimizde ne var” diye merak eden çok insan oldu. Elbette bu eyleme karşı çıkanlar hep daha fazlaydı. Ama karşı çıkılan eylemleri yapan o cesur kişiler sayesinde elde edilen bilgilerden, karşı çıkanlar dâhil hepimiz yararlanıyoruz. Ölüm nedenlerini artık bilim sayesinde öğreniyor, biliyoruz. Ama ölümün sır perdesini aralayamıyor, gaipten haber alamıyor, “gayb ettiklerimize” elbette üzülüyoruz. Tüm kaybettiklerimiz huzurla uyusun.
BU HAFTA SONU HAVA VE DENİZ
Ne olacağına karar verememiş basınç sistemi ve ona bağlı rüzgârlarla ılık zamanlar yaşıyoruz. Ufak tefek dalgalanmalarla böyle devam ediyor. Elbette yağmur bulutları üzerimizde dolaşıp zaman zaman kendilerini hatırlatırlar ama önemli bir yağış, sert bir rüzgâr ya da sıcaklıklarda müthiş oynamalar şimdilik beklenmiyor. Sağlıkla kalınız.
Paylaş