İstanbul olmasa olmazlardı

Kudüs ve Venedik’in en büyük ortak yanları, hamurlarında bolca “İstanbul” olması.

Haberin Devamı

Biliyorum, başlık çok iddialı geldi. Elbette içinde biraz abartı var. Olurlardı ama bugünkü gibi olmazlardı. Farklı olurlardı, başka türlü olurlardı. Yani Kudüs ve Venedik’in İstanbul’a borçlu oldukları, var oluşları değil belki ama kesinlikle bugünkü halleri. Evet evet, gayet ciddiyim. E haydi gelin konuşalım o zaman.

KENAN’DAN İSA’YA

İstanbul olmasa olmazlardıKudüs’ten başlayalım konuşmaya. Zira Kudüs kutsal bir şehir kimliği kazanmaya başladığında, Venedik’in olduğu yerler henüz sadece bataklıktı. Bizim buraların eskiden hep zeytinlik veya dutluk olması gibi. Kudüs’ün bulunduğu arazinin bugünkünden çok da farklı olmadığını söyler bilim insanları. Yani gene kurak, gene toz-toprak. Ama Kudüs’ü önemli kılan, bayındırlığı değil tabii. Bölgenin toprağı tarımsal açıdan verimli olmasa da dinsel açıdan bir verimli ki sormayın. Sormayın çünkü zaten hikâyeyi biliyorsunuzdur. Biz yine de şöyle bir toparlayalım: Her şeyden önce Kudüs’ün MÖ 2600’de organize bir yerleşim yeri olduğu biliniyor. Bölge, daha önceki bazı yazılarda bahsettiğim gibi “Kenan” diyarının bir parçası. (Kendilerine “Kenanîler” diyen insanlara dünyanın kalanı “Fenikeliler” der.) Daha sonra kendilerine vaat edilmiş topraklar olduğunu söyleyen Musevîler gelir, 12 kavim olarak bölgeye yerleşir. İşte Davud, Süleyman derken asırlar geçer ve kutsal Yahudi kenti Kudüs, Hz. İsa’yı ağırlar. 30’lu yaşlarında Roma İmparatorluğu’nun yerel otoritesi ve Yahudi cemaatinin önde gelenlerinin çabalarıyla çarmıha gerilen İsa, Yahudi doğmuştur, Yahudi toplum kurallarına göre yaşamıştır ve Yahudi olarak ölüp gömülmüştür. Göğe yükselişi ve yaşarken söylediklerinin nasıl olup “ayrı bir din haline geldiği” bir yazı dizisi konusudur, geçelim.

Haberin Devamı

KAFATASI TEPESİNDE

Hz. İsa’nın Kudüs’te çarmıha gerildiği yerin adı yerel inanışta “Golgota” olarak geçer. Golgota, İbranî dilinde kafatası demekmiş. Ancak bu ismin, tepenin şekliyle ilgili olduğunu söyleyenler de var, Romalıların infazları hep bu küçük tepede gerçekleştirmesinden dolayı etrafın iskeletle dolu olmasıyla ilgili olduğunu söyleyen de. Şahsen, ikinci olasılığa pek yüz vermiyorum çünkü Yahudiler ortada ceset bırakmazlar, gömerler. Kimsenin sahip çıkmadığı cesetler olduğunu düşünsek, onların da orada iskelet oluncaya kadar bırakılması hangi dönem olursa olsun saçma. Ayrıca, öyle bile olsa, neden “kafatası”? Neden mesela “Ölüm Tepesi” falan dememişler de kafatası demişler? O da ayrı bir tuhaf. Bana göre tepenin bir şekilde kuru kafayı andırması daha mümkün geliyor bana. Eğer öyleyse bile bunu bugün artık görme şansımız yok. Çünkü Kudüs, gerçekten de iğne atsanız yere düşmeyecek bir şehir. Açıkta ne tepe kalmış ne de bir karış toprak.

Haberin Devamı

İstanbul olmasa olmazlardıÇoğu sokağın bile üstü kapalı, yürürken gökyüzünü görmek zor. Her ne ise… Hz. İsa çarmıha gerilip ruhunu teslim ettikten sonra çarmıhtan indirilmiş, akşama doğru, yakınlarda bir yerde, başkası için yapılmış bir mezara geçici olarak konmuş. Ertesi gün Sept günü (cumartesi) olduğundan ve Yahudiler Sept günlerinde iş yapmadığından, geçici olarak kefenleyip bırakmışlar orada. Pazar günü hazırlık yapıp mezara gittiklerinde kefen bezlerini bir kenara atılmış halde bulmuşlar ama İsa’nın bedeni orada değilmiş. Bundan sonra inanç mevzuudur ve yeri burası değildir. İşte bu mezar, İsa’yı sevenler tarafından bellenmiş, ziyaret edilmiş, dua merkezi haline gelmiş. Mezar dediğimiz de, o dönemki Yahudi geleneğine göre, kayaya oyulmuş küçük bir mağara. Bizim alıştığımız gibi yere kazılmış bir çukur değil.
Bir zaman sonra Roma İmparatoru Hadrianus (hani şu Türkiye’nin ve pek çok yerinde ismine kapı, tapınak, bina vs. olan Hadrian) sırf hıristiyanlara gıcıklık olsun diye, İsa’nın mezarının üstüne Venus Capitolina için bir pagan tapınağı inşa ettirmiş. Aklı sıra İsa’ya dua eden Hıristiyanların, pagan tanrıça Venüs’e hürmetlerini sunmasını istemiş olacak. Fakat İsevîler, neyin ne olduğunu bilerek ibadete devam etmişler ve üç asır boyunca, dünyanın farklı coğrafyalarından da gelip bu noktayı ziyaret etmişler.

Haberin Devamı

YASADIŞI BİR DİN

Hıristiyanlık, İsa’nın çarmıha gerilişinden sonraki üç asır boyunca “yasa dışı” olarak varlığını gizli gizli sürdürmüş. Çoğu ‘Anadolu’muzda olan yeraltı kentleri, kiliseleri hep o dönemin ürünüdür. Fakaaaat… (Geldik İstanbul’a şimdi…) Roma İmparatoru ve İstanbul’un “kurucusu” diyebileceğimiz Büyük Konstantin (272 – 337), yani Konstantinopolis’e adını veren adam, Hıristiyanlığa sempati duymaya başlayınca her şey değişmiş. Hıristiyanlığın önü açılmış, İsa’yı sevenler de yeraltından günışığına çıkıp özgür kalmışlar.

İMPARATORİÇENİN ARKEOLOGLUĞU

Konstantin’in bu özgürlükçü haline ve tavrına rağmen konumuz o değil, annesi. Konstantin’in annesi İmparatoriçe Helena (250 – 330) da İsa’ya büyük sempati duyuyor ve o sırada, çok yaygın olmamakla beraber, üstelik hayli zorlu bir yolculuk olmasına rağmen başlamış olan ‘Hac’ yolculuğuna çıkıyor. Tabii bir imparatoriçenin Kudüs’e gitme şartları ile gariban vatandaşınki aynı değil, o günkü business class neyse öyle gidiyor muhtemelen ama olsun, gidiyor. Sora sora İsa’nın mezarının yerini buluyor, elbette tek başına değil, yanında okumuş insanlar da var, onların yardımıyla bulunan mezarın, gerçekten İsa’nın mezarı olduğu kesinleştiriliyor ve İstanbul’dan gelen parayla, kayalık arazi düzeltiliyor (ki zaten Hadrianus epey düzelttirmişti) ve tam da mezarın üstüne gelecek bir edikül yaptırıyor. Edikül, genelde antik dönemde revaçta olan, nişli, küçük anıtsal yapı. Helena’nın oğlu İmparator Konstantin de bu edikülün karşısına bir bazilika yaptırıyor. Bazilika ve edikül için kullanılacak malzemelerin büyük çoğunluğu Kudüs’te yok. Nereden bulacaklar çorak topraklarda çinileri, seramikleri, sedefleri vs.? Hepsi İstanbul’dan geliyor. İşte bugün, Hıristiyan âleminin en kutsal yerlerinden biri olan Hz. İsa’nın ilk gömüldüğü mezarın üzerine inşa edilmiş bu kilise, ki adı ‘Kutsal Mezar Kilisesi’dir, neredeyse tamamıyla İstanbul’dan gelme. Tabii Helena bu arada İsa’ya ait olduğu söylenen o dikenli tacı, gerçek çarmıhın parçalarını, İsa’nın kefenini, çarmıha gerilirken eline çakılan çivileri de buluyor ve İstanbul’a dönerken onları da yanında götürüyor. Bu götürdüğü şeylere “kutsal emanetler” deniyor. Kutsal Mezar Kilisesi, dünyanın hemen her tarafından hacıları kendisine çekiyor. Ayrıca söylenir ki, izleyen asırda, Konstantin’in ardılları, Kudüs ve civarına, hacılar rahat etsin diye toplamda iki yüz kadar manastır ve darülaceze inşa etmişler.

VE İSLÂMİYET

Haberin Devamı

İstanbul-Kudüs hattı böylece sürer giderken, İslamiyet doğuyor. 7’nci yüzyıldan itibaren hızla büyüyen İslam toprakları genişlemesini sürdürüyor ve artık çoğunlukla Hıristiyan olmuş batı toplumlarını ürkütüyor. Fakat, çok ender bir iki örnek dışında Müslümanlar, Hac için gelenlere engel olmak bir yana, gerçekten de onlara yardımcı oluyorlar. Sorun, Orta Asya’dan batıya doğru gelirken yolda İran yaylasında Müslüman olan Türklerin Anadolu’ya akınlarıyla başlıyor. Doğrusu Selçuklular da pek bir sıkıntı yaşatmıyor Hıristiyanlara hatta Doğu Roma (Bizans) devleti ile arada savaşsalar da belirli durumlarda ittifak bile yapıp iyi geçiniyorlar. Yollar, atını, öküzünü, arabasını, çitini çubuğunu alıp akın akın Anadolu’ya gelen Türkmenlerle ortaya çıkıyor, yollar tehlikeli olmaya başlıyor vs. Tabii Selçuklu akınları giderek Bizans’ın topraklarını eritmeye başlayınca, o sırada askersiz ve parasız kalan Bizans, batıdan yardım istiyor.

Haberin Devamı

DÖRDÜNCÜSÜ VE EN KORKUNCUİstanbul olmasa olmazlardı

Gelen ilk yardım doğrudan Kudüs’e yöneliyor ve biz o akına ‘Birinci Haçlı Seferi’ diyoruz. Fakat Haçlı Seferleri’nin dördüncüsü sırasında ve 1204’te İstanbul’a gelen Haçlılar, hiç de yardımcı olmuyor, tam tersine İstanbul’u fena halde yağmalıyor. Neden ve nasıl geldiklerini başka yazıda anlatırım ama seferin önderi, Akdeniz’in o dönem patronu olan Venedik. Venedik, borç batağına sürükleyerek kendisine adeta köle ettiği Haçlıları kullanarak İstanbul’u talan ediyor. Bugün Venedik San Marko Bazilikası’nın tepesinde taklitleri duran o dört at var ya, (orijinalleri içeride kapalı duruyor) işte onlar Bizans Hipodromu’na ait dört bronz at heykeli. İstanbul’dan götürülüyor. Sefere tanıklık eden Robert de Clari, hatıratında bu at heykellerinden başka gerçek haçtan parçaları, Hz. İsa’nın böğrünü delen mızrağın ucunu, çivileri, küçük şişelere doldurulmuş İsa’nın kanını, dikenli tacı, İsa’nın kefenini ve dokuz asırdır özenle saklanan daha pek çok kutsal emaneti alıp götürdüklerini söylüyor. Tabii tonlarca altının, mozaiğin lafını etmeye bile gerek yok.
İşte bu talandan sonra Venedik öyle bir ihya oluyor ki, değme gitsin. Hıristiyanların kendileri bile bütün kroniklerinde, “Bu kadar acımasız bir talan ve vahşet bir arada görülmüş değildir” derler. Yani, 1453’te Türkler’in fethettiği İstanbul’da böyle bir şey olmadığı gibi, zaten Venediklilerden, ele geçirilecek fazla bir şey de kalmamıştı muhtemelen!

HEP İSTANBUL

Demem o ki, bugün Venedik’e gidenler San Marko’nun tepesindeki muhteşem atlara bakarken aslında Konstantinopolis’e bakıyor olabilirler ama durun, dahası var. San Marko Bazilikası’nın kendisi! Tabii ki onu alıp getirmemişler ama İstanbul’daki bir kutsal binanın kopyasını yapmışlar! Bugün olmayan Kutsal Havariyun (yani havariler) Kilisesi! İçinde Konstantin’in, annesi Helena’nın ve başka havarilerin gömülü olduğu kilise. Onu yağmalamışlar ayrı, planlarını kopyalayıp aynen götürüp Venedik’e yapmışlar! Yani sadece atlar değil, atların üzerinde durduğu kilise de İstanbul’un ruhunu taşıyor. (Havariyun Kilisesi’nin yerinde bugün Fatih Camii var. O nokta, İstanbul’un yedi tepesinden dördüncüsü.

BAŞKA BAĞLANTILAR

Değerli dostlar, Kudüs’ü Kudüs yapan mimarilerin başında gelen eserlerden olan Kutsal Mezar Kilisesi, İstanbul sayesinde yapıldı, Hıristiyanlığın kutsal emanetleri İstanbul’a gitti; Kudüs’ü ve kutsal toprakları Türklerden ve Müslümanlardan kurtarmak için yola çıkan Katolik Haçlılar, Ortodoks İstanbul’u mahvettiler ve Kudüs’ten gelme kutsal emanetlerle birlikte çok sayıda ganimeti Venedik’e götürdüler. İşte dünya tarihinin en önemli üç şehrinin böyle bir bağlantısı var. Gönül isterdi ki burada ele aldığımız konularla Rönesans’ın bağlantısından ve ayrıca Osmanlı payitahtı İstanbul ile Kudüs ve Venedik arasındaki ilişkilerden de söz edelim ama yerimizi fazlasıyla doldurduk bile. Başka bir yazıda umarım. Kalın sağlıcakla.

BU HAFTA SONU HAVA VE DENİZ

KURU VE SICAK

Beklenen sıcaklıklar geldi nihayet. Umarım korona denen bela yanar kavrulur! Önümüzdeki üç gün yağış beklenmiyor, hava oldukça sıcak, rüzgâr ise son derece zayıf, yönüne de bir türlü karar verememiş, bugün lodos, yarın yıldız, dolaşıp duracak.

Yazarın Tüm Yazıları