Paylaş
Burgazadası ve Sait Faik’in tabiriyle, ‘tersine dönmüş kaşık gibi’ görünen Kaşıkadası.
“Küçük burjuva, uzun yıllar sürecinde oluşmuş düşünce ve alışkanlıkların dar çemberi içinde sıkışıp kalmış, bu çemberlerin dışına çıkamayıp, kurulu makine gibi düşünen bir varlıktır” der Maksim Gorki.
Siyasi literatürün artık biraz naftalin kokulu sayfalarında kalmış bir laftır burjuva. Günümüz gençliği için pek bir şey ifade etmeyeceği açık. Ama gençler bazen gazete sayfalarında görebilirler bu sözcüğü. Mesela, birkaç ay önceydi sanırım, bir siyasetçi, başka bir siyasetçiye, ‘Sen burjuva artığısın!’ diye söylenmişti.
Burada sözcüğün siyasi anlamı ve geçmişi üzerinde duracak değiliz ama neden burjuva üzerinde kötü bir algı olduğuna da değinmeden geçmek olmaz. Aslında bu sayfada sıkça sözünü ettiğimiz ‘insanın uygarlaşma süreci’, hem bu sözcüğün, hem de başka sözcük ve bağlı kavramların perde arkasında yatan süreç.
Yine feodal bir kale. Almanya’dan Burg Hohenstein.
ÜTÜN ÖYKÜ ŞEHİRLEŞME SÜRECİNDE GİZLİ
Hiçbir kalıcı bağlantısı olmayan, bu nedenle de avlayarak ve toplayarak yiyecek bulan, bunu yapabilmek için de sürekli oradan oraya hareket eden insan, (Göbeklitepe’nin şifreleri çözüldüğü zaman bu ifade değişebilir) büyük olasılıkla ve hemen her konuda olduğu gibi yine şans eseri, tohumun toprağa ekilmesini ve ondan ürün elde ediliyor oluşunu fark ettikten, başka deyişle tarımı keşfettikten sonra, mecburen tarlalarına yakın yaşaması gerektiğini de anladı. Haliyle evler yaptı, evler birikti köyler oldu ve uygarlaşma yani şehirleşme başladı. Tarım ürünlerinin ticaretini yapabilmek için malzemeler gerekiyordu, o malzemeler şehirlerde imal edildi. Çanak çömlek imalatının yanısıra silah üretimi de bildiğimiz en eski zanaatçılık örnekleridir. Bu üretimler doğal olarak şehirlerin içinde yapıldı. Zamanla bu ve benzeri şeyleri üretenler, tarımla hiç uğraşmamaya başladılar çünkü işleri başlarından aşkındı. Kaplar, sepetler, kazmalar, kürekler üretiliyordu ve giderek de ihtiyaç artıyordu. Tarımın keşfi (evet tarım keşfedilmiş bir şeydir çünkü insan fark edene kadar vardır zaten) nüfusun artmasını da sağlamıştı çünkü.
HANİ BUNUN İLK SAHİBİ?
Günümüzde tapu-kadastro var ama ilk başta yoktu. Bütün tarlaların, bütün arazilerin sahipliği, belgeyle değil zorla oluyordu. İlk toprak sahibi kimdi bilmiyoruz ama hiç kuşku yok ki kendi kendisini bir yerin sahibi ilan etmişti. Kuşaktan kuşağa aktarılan toprak sahipliği, şunun şurasında 2 bin yıldan daha eskiye tarihlenemeyecek feodaliteye uzandı. Şehirler, toprak sahiplerinin, zanaatkârların, tüccarların yaşadığı yerler haline gelirken, tarlalarda çalışan/çalışmak zorunda olan insanlar da şehirlerin dış ve uç mahallelerinde yaşamaya çalışıyordu.
Estonya’daki Talin kentinin burçları
DUVARLARIN ARDINDA
Tarım arazileri bir yerde, şehirler bir yerde... Malın iyisi, ticaretin getirisi olan para ile birlikte şehirlerin içindeydi. Daha ortada para yokken bile başkasının malı insana hep cazip gelmiştir. Madem şehirde göz dikilecek bir şey vardı, o halde neden gidip zorla almasınlardı? Herkes başkalarının köylerine/kentlerine göz dikebilirdi. Bu nedenle şehirler duvarlarla, yani surlarla çevrildi. Mezopotamya’da ortaya çıkan uygarlık, bugün bilindiği kadarıyla ilk kez oradaki şehirlerin etrafının duvarlarla çevrilmesine vesile oldu. Sümerlerin Uruk şehri, bildiğimiz en eski duvarla çevrili kentlerden biridir ve MÖ 5. binyıla tarihlenen duvarlarının kalıntıları halen bize fısıldamaktadır. Batı Şeria’daki Eriha (Jericho) kentinin duvarlarının ise MÖ 8000’e tarihlendiğini duymak bizi heyecanlandırabilir.
PUR, BURÛC, BURÇ, BURG...
Ama duvar yapınca arkasını, dışarıyı, uzakları görmek de lazımdı tabii. Gelen var mı diye bakabiliyor olmaktan söz ediyorum. Bu nedenle şehir duvarlarının (surların) arasına, belirli aralıklarla kuleler yapmak gerekti. Duvarlardan daha yüksek, daha sağlam bu yapılar, şehirlerin sembolleri haline bile geldiler zamanla. Bazen o kadar görkemli oluyorlardı ki, duvarların varlığı bile unutuluyor, şehir o kulelerle anılıyordu. Hint-Avrupa dil ailesi, o kulelere burg dedi. Sanskritçesi pur, Aramcası burga... Hint-Avrupa olmasa da Arapçası da burûc. Ve bu sözcük, kule iken, onların temsil ettiği şehirleri de temsil etti ve doğrudan şehir anlamına da geldi. Hatta, feodal beylerin, toprak ağalarının yüksek ve fazlasıyla güçlendirilmiş duvarlara sahip şatolarına bile burg dedi insanlar.
Yunancası da pirgos (pyrgos) oldu sözcüğün. Eh, Fenikeliler alfabeyi Ortadoğu’dan Akdeniz’e yayarken, haliyle sözcüklerini de taşımışlardı. İlave bilgi: Aramca ile Fenike dili çok ama çok benzer.
Almanya’dan Rothenburg’a bakıyoruz. Adı anlatıyor zaten.
SENİN GÖREVİN JİM...
Hint-Avrupa ne demek? Hindistan’dan giren laf, İngiltere’den üç aşağı beş yukarı aynı çıkar demek. İngilizce’de de “borough”, “burgh” gibi haller aldı sözcük. İçinde bu takıların olduğu bir sürü şehir ismini bulabilirsiniz internette. Tabii Hindistan-İngiltere arası uzun bir mesafe. Arada bolca ülke ve kent var. Edinburgh, Augsburg, Hamburg (Hamburg’da ortaya çıkan ve bir “şehirli” yiyeceği olan hamburgeri tanımayanımız mı var?), Nürnberg, Salzburg, Rusya’daki Yekaterinburg ve Saint Petersburg, hatta ta Güney Afrika’daki Johannesburg ve elbette Lüleburgaz, Kumburgaz... Şaşırmayın Türkçe’de de var tabii. Mudanya’nın bugün mahallesi olan Güzelyalı’nın eski adı da Burgaz. Burgaz ne ki? Burûc işte. Yani burç. Arapça’da da epey kullanılmış: Burc-i Evliyâ mesela. Burç madem şehir demek, gerisi kolay: Evliyâlar şehri. İyi ama sizce hangisi? Elbette Bağdat! Bağdat’a Burc-i Evliyâ demişler zamanında. (Şimdi o hali pek yok gibi.) Bir de güncel bir örnek verelim. Görevimiz Tehlike serisinde, Tom Cruise’nin sallandığı bir kule vardı ya hani... Dubai’de... İşte o kulenin adı da Burj Khalifa. Yani Halife Kulesi.
Sait Faik çalışma masasında.
AH O ŞEHİRLİLER!
Eh, hem savunma kulesi, hem de şehir anlamına gelen ve bizim burada kısaca burg dediğimiz laf, şehrin içinde yaşayanları da yaftalamaya başlamasın mı? Fransızca, yine bu burgdan kaynaklanan o laf işte: Bourgeois. Okunuşu burjuva. Anlamı: Şehirli! Evet, sadece şehirli. (Ama şehirlerin orta sınıf halkını genel olarak kapsadı.) Biraz gerçek, biraz kurgu... Hani sende yoksa, olana hafif kötü bakarsın ya... Onun gibi işte.
Malları var, evleri var, keyifleri yerinde, yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarında. Biz de burada gündoğumundan günbatımına eşek gibi çalışıyoruz. Hem de karın tokluğuna.
Kim birader?
Kim olacak? Şehirliler! (Yani burjuva.)
Dediğim gibi, siyasi jargon değil sözcük kökeni açıklaması bu sadece. Kültürlerin etkileşimi, ne etnik köken tanır, ne zaman, ne mekân. Kültürlerin sınırı olmaz. Bu nedenle bizdeki burgaz lafını, Hamburg’a bakıp, Gâvur lafı bu diye yadsımaya kalkanlara gülünüz ve sözcüğün ta nerelerden geldiğini onlara anlatmaya çalışınız. (Ala bir yere kadar uğraşın tabii. Vakit en kıymetli şey.)
Sait Faik Müzesi girişindeki tabela
İLK AKLIMA GELEN SAİT FAİK
Ben, burgaz dendiğinde aklıma ilk gelenin Sait Faik olmasını seviyorum. Türkçe’nin en büyük öykü ustası olan Sait Faik Abasıyanık (1906-1954) ailesinin evinin bulunduğu Burgaz Adası’nda (Burgazada da denir) ne çok zaman geçirmiş ve onu ne güzel yazmış. Onlarca öyküsünde geçer Burgaz. Mesela:
“Kaşıkadası’na geçiyorduk. Hepimizin içinde bir Robenson havası esiyordu: Gemi batmıştı. Bir sal parçasının üstünde idik. Hali (boş) bir adaya çıkacaktık. Bir kulübe yapacaktık... Bu güzel hayalleri bozmamak; herkes, kendi Robensonluğunu diğerleriyle paylaşmamak için konuşmuyordu. Çünkü yedi kişinin yedisi de Robenson’du. Bir lakırdı ile Burgazadası’nda oturduğumuzu ve bu Burgazadası’na çok yakın, ay ışığına, tersine bir kaşık gibi kapanmış Kaşıkadası’nın bir adamın mali olduğunu; adamın ölüp varisi olmadığı için adanın hükümete geçtiğini; şimdi kimseler yoksa bile yarın beş on kişiye ait olacağını; evler, belki de plajlar yapılacağını hatırlayıverecek.” (“Kaşıkadası’nda” adlı öyküsünden.)
SADECE ‘ADA’
Yukarıdaki alıntı gibi istisnaları olsa da Burgaz için çoğunlukla sadece Ada der Sait Faik:
“Kış, Ada’nın sahillerine lodoslarla beraber gelirdi. Kocayemiş ağaçlarının çamlarla birleştiği adanın lodos tarafında, hiçbir ev yoktur. Orada kocaman vahşi kayalar, tuhaf kuşlar ve derin uçurumlar vardır. Kalpazanlar Kayası’nın üstünden lodos aştığı zaman, adanın poyraz tarafındaki evlerinde sessiz bir hayat başlardı.” (“Stelyanos Hrisopulos Gemisi” adlı öyküsünden. Her iki alıntı da şu kitaptan yapılmıştır: Öyle Bir Hikâye, Sait Faik Abasıyanık, Hayattayken Yayımlanmış Hikâye Kitapları, Yapı Kredi Yayınları, 1. Baskı, 2006)
Burgazada’da Sait Faik’in yaşadığı ve ömrünün son on yılını geçirdiği ev, bugün müze. Büyük İskender’in generali Tek Gözlü Antigonos’un Frigya valiliği sırasında yaptırdığı söylenen kaleden adını alan Burgaz, Sait Faik’le biraz daha yakınlaşmak için harika fırsatlar sunuyor bence. Ben ilk fırsatta yeniden gideceğim, size de öneririm.
Burjuvadan girdik, Sait Faik’ten çıktık, Tom Cruise da konuğumuz oldu, Ortaçağ’ın feodal beyleri de. Uruk’a gittik, Bağdat’a uğradık, dünyanın dört bir yanına ulaştık neredeyse ve nihayet yine burnumuzun dibinde, Burgaz Adası’nda demirledik. Umarım çok yormamışımdır. Kalın sağlıcakla.
BU HAFTA SONU HAVA VE DENİZ
PAZAR GÜNÜ KEYİFLİ
Bu aralar cılız lodosla biraz ılıklık hissediyoruz. Hafta sonunda da devam ediyor bu durum. Kuvvetli bir hava beklenmiyor. Cumartesi sabah erken saatlerde Marmara’nın doğusunda, yani Karacabey-Silivri hattının doğusunda hafif yağışlar görülebilir ama sonra yağmur bulutları dağılacak gibi. Pazar günü hava sıcaklığı daha da yüksek. Başka deyişle pazar günü, açık havada nefes almayı özleyenler için ideal görünüyor. Tadını çıkartmak lazım.
Paylaş