Paylaş
Avrupa. Daha iyi bir yer. Foto Jakob Braun
Ortaçağ, bugünden oraya doğru bakınca elbette karanlık görünecek, son derece normal bu. Bugünün çocukları, benim çocukluğumun geçtiği, şunun şurasında 40 civarı yıl öncesine yönelik, “İnternet ve cep telefonu yokken nasıl yaşıyormuşsunuz siz?” diye sormuyorlar mı? Bizim de bundan 1500 ila 500 yıl arasında bir zaman dilimine dönüp bakınca tuhaf hissetmemiz, gayet anlaşılır. Ama geriye bakmak her zaman doğruyu bulmamızı sağlamaz!
Ortaçağ aynı zamanda, kendisinden önceki dönemlerde hayal bile edilemeyen şeylerin ortaya çıktığı ve sonraki dönemlere, tohumlarını yeşertmiş olarak devrettiği bir çağdır. Teknolojinin her anlamda gelişmesi, matbaa (ki olağanüstü işe yaramıştır) ve burada saymanın şu anda gereksiz olduğu bir yığın şey, Ortaçağ dediğimiz, adını pek beğenmediğimiz, bize kötücül şeyler çağrıştıran o çağa aittir.
ZULÜM KURUMU
Kötücül şeyleri çağrıştırması da normaldir, çünkü çok fazla kan, çok fazla katliam, çok fazla yobazlık ve tutuculuk egemendi. Bizim zihnimizde genellikle yobazlık ve tutuculukla eşdeğerdir Ortaçağ ismi. Yanlış da değildir. Roma Kilisesi, kutsal kitabın kendi dar bakış açılarına sığan yorumlarına o kadar çok inanıyordu ki, bilime ucundan kıyısından bulaşan hemen herkesi, şeytanla işbirliği yapmakla suçladı. Evinde, havanda bitki tohumlarını döven, açlıktan yeni yiyecekler veya yokluktan çocuğu için ilaç icat etmeye çalışan kadınları cadı diye yakalamak moda oldu bir ara. Çünkü din, her şeye el atmıştı, hayatın kendisi olmuştu. İnsanlar da genel olarak başka bir dünya, başka bir yaşantı şekli düşünemiyorlardı. Dogma böyledir, bakış açını daralttıkça daraltır, başka şey yok sanırsın. Akvaryumdaki balığın, bütün dünyayı akvaryumdan ibaret sanması gibi.
Eğri oturup doğru konuşalım, her ne kadar bugün IŞİD gibi türedi canavarlar göz korkutsa da, hiçbir din, doktrin vs., tarihte Katolikler kadar kan dökmedi. Okyanusaşırı köle ticareti bile tek başına bütün istatistikleri çökertir. (Bunun dinle ne ilgisi var diye soranlar, sanırım birazdan yanıtı bulacaklar.)
DÜNYA DÖNÜYOR, SEN NE DERSEN DE!
Kolay değil bilinmeyene yelken açmak.Foto Joshua Earle
Ortaçağ, Avrupa için dönüşüm zamanıydı. Avrupa dönüştü çünkü bunun için bedel ödedi. Avrupa, daha doğrusu Hıristiyan âlemi, geçmiş asırların özellikle Yunan uygarlığındaki bilimsel düşünüş tarzını şiddetle reddetmiş, İncil’in demediği şeyleri demiş gibi algılayıp, Dünya’yı, evrenin merkezi kabul etmişti. Güneş, Ay, yıldızlar ve her ne varsa, Dünya’nın etrafında dönüyordu. Evrenin merkezinde Dünya vardı, Dünya’nın ve evrenin efendisi İsa idi, bunun aksine tek laf edenin “vay haline”ydi! Ancak sen ne kadar yasak getirirsen getir, ne kadar baskı kurarsan kur, akıl bu, çalışır içten içe. Çalıştı tabii. Durur mu? Kopernik (1473-1543) isimli bir Polonyalı, ki üstelik din hukukçusu idi, yani İslâm’daki fakih gibi, kadı gibi biriydi, matematiğe olan tutkusunu gözlemle pekiştirip Dünya’nın merkez olmadığını, onun da tüm diğer gökcisimleri gibi dönüp durduğunu ortaya koydu. Tüm Kilise camiası tepki gösterdi. Ardından Galileo (1564-1642) çıktı, benzer şeyler dile getirdi. Çanına ot tıkadılar Galileo’nun. Fakat kafalar karışmaya başlamıştı. Bilim insanlarının sunduğu bilgiler, Kilise’nin sunduklarından katbekat gerçek görünüyor, üstelik gözlemlenebiliyor, herkes tarafından doğrulanabiliyordu. Evrenin düzenini, tam tersine uyduruk laflarla doldurulmuş beyinlere sahip insanların algılaması kolay değildi ama evet, artık kafalarda soru işaretleri oluşmaya başlamıştı. En önemlisi değil midir zaten soru işaretleri?
KOLOMB DENİZİ GEÇİNCE…
1492’de Kolomb Hindistan’a gittiğini sanarak Amerika’yı keşfedince, kafa karışıklıklarına yenileri eklendi. Kolomb orayı Hindistan zannettiği için Amerikan yerlilerine halen “Indian” deniyor İngilizcede. Yani Hint. (Yanlış olarak Hintli deriz. Hintlere “Hintli” demek, Türklere “Türklü” demek gibi bir şey aslında. Dil alışkanlıkları saçma olabiliyor.) Fakat Kolomb’dan kısa süre sonra orasının Hindistan değil, bambaşka bir kıta olduğu anlaşıldı. Amerigo Vespucci’nin adı verildi kıtaya. Bir baktılar, yeni kıtada birçok farklı kavim yaşamakta. “Yahu Kutsal Kitap’ta bunların bahsi geçmiyor hiç! Nasıl olur da Kutsal Kitap (Tevrat ve İncil) var olan birşeyleri atlar? Atlamış olamaz, o halde buradaki insanlar, Tevrat’ta adı geçen kavimler olsa gerek” diye düşünülmüş olabilir. Fakat kısa süre içinde buradaki insanların ne Musa’yı ne İsa’yı tanıdığı anlaşılınca, Kutsal Kitap’a dayalı başka fıkıh hükümleri uygulamaya girdi. İsa’nın müjdesi, İncil’de de belirtildiği üzere, dünyanın en ücra köşesine kadar, havariler eliyle ve diliyle, bütün insanlığa yayılmıştır. Eğer İsa’nın sözlerinden haberi olmayan birileri varsa onları köle kılmak caizdir, hatta o kadar ki, onları insan saymak bile gerekli değildir! (Köle ticareti bu yüzden dinle ilgilidir.)
Bu, elbette Kilise’nin tavrıydı. Lakin herkes o kadar zalim değildi. “Kardeşim bunlar hayvan veya köle değil. İsa’dan haberi olmayan normal, saf insanlar sadece” diyenler de vardı. Bunlar arasında din adamları bile vardı. Böyle olunca, “Acaba Kutsal Kitap hayatın her alanında her şeye hâkim değil mi?” düşüncesi ortaya çıktı. Şüphe, birşeyleri değiştirir.
VE BİR DE ÜSTÜNE RÖNESANS!
Görüldüğü gibi yeni kıtanın keşfi ile gökyüzünün keşfi, aynı zamana denk gelmişti. İkisi birden insanların bazı kalıpları sorgulamasına, bakış açılarını değiştirmesine yol açtı. İşte seküler düşünce böyle böyle ortaya çıktı. Dikkat edilecek olursa tam da bu zamana denk gelen başka bir şey var: Rönesans! İnsanın da yeniden “keşfi” söz konusuydu yani. Hümanizm, “Ay canım, ne şirin insan” demek değil, insanı esas alan her şeyin, dogmalardan olabildiğince sıyrılarak tüm açıklığıyla ortaya konmasıydı. Başka deyişle, Tanrı ve din merkezli yaşam biçiminin kenara çekilip, insan merkezli yaşam biçiminin ortaya konmasıydı. Sanat, bilim, felsefe idi. Sevgiyle falan ilgisi yoktur hümanizmin!
MATBAAYI UNUTMAK MÜMKÜN MÜ?
Haydaaa, tam bu araya denk gelen bir başka hadise daha varmış meğer: Matbaa! Çin’de zaten bin yıldır kullanılan matbaa, Alman tekniği ile birleşip çağ atladı ve Gutenberg’in 1450’de ilk adımını attığı dev bir çığa dönüştü. Evet o zamanlarda kitap epey pahalı nesneydi ama olsun, ulaşılabiliyordu ve kitapların elle çoğaltılıp saklandıkları manastırların hegemonyasından kurtulmuştu kitaplar. Zaten zamanla da ucuzladılar. Üç yüzyıl sonra Türkiye’ye gelene kadar matbaa, Avrupa’da milyonlarca kitap basmıştı. Sadece 1500 yılına kadar 13 milyon nüsha kitap basılmıştı Avrupa’da.
ÇAĞ DEDİĞİN NEDİR Kİ?
Diyebilirsiniz ki, “Bunlar Ortaçağ’da olmamış ki!” Haklısınız ama bu olayların hepsinin tohumu Ortaçağ’da atılmıştı. Daha önce yazmıştım, Kolomb’un keşiflerine açılan yolu Portekizliler bir asırdan daha uzun zaman önce açmaya başlamıştı. Yani, elmayı daldan kopartırken, onun o günün emeği olduğunu hiçbirimiz düşünmüyoruz herhalde, değil mi? Zaten tarihsel çağların isimleri, belirli dönemleri doğru algılayalım diye var. Ortaçağ da diğer çağlar gibi, belirli bir takvim gününde başlayıp belirli bir takvim gününde bitmiş değil. İstanbul’un 1453’teki fethi ile Amerika’nın 1492’deki keşfi, birlikte, belirli bir zincirin halkaları ve belirli bir gelişimin göstergeleri olarak algılanmalı, Ortaçağ’ın bitişini birlikte belirlemeliler. Batıcı bakış açısı Kolomb’un keşfiyle, Doğucu bakış açısı Fatih’in fethiyle bitirir Ortaçağ’ı. İkisi de aynı dönemin, aynı gelişmelerin vazgeçilmez sonuçlarıydı ve birlikte ele alınmaları gerekir.
İNANMAKLA BİLMEK ARASINDAKİ FARK
İnanmakla bilmek farklı şeyler. Foto NASA
Döndük Avrupa’ya. Kafaların karışması, iyiye işaretti. Kutsal Kitap’ta hiç bahsedilmeyen halklar ve topraklar bulunmuştu, gök cisimlerinin hareketleri tespit edilmişti, kuyruklu yıldızların ve daha nice gök hareketinin, Tanrı’nın işareti olmadığı anlaşılmıştı, sanat, insanı yeniden ele alıyordu, okyanusta uzun seyirlerden sonra Dünya’dan düşülmeyeceği artık kesin olarak biliniyordu. (Gerçekten de inanılıyordu buna.) Bütün bu yeni düşünceler, bir de kitap haline gelip elden ele dolaşmaya başlayınca, Avrupa, başka türlü düşünmeye başladı. Bir gecede değişmedi hiçbir şey. Çok kan aktı, çok işkenceler ve acılar yaşandı, ama sonunda zihin, dogmalardan kurtulmayı başardı. İnsan “inanmak ile bilmek” arasındaki farkı kavramaya başlamıştı.
HİÇBİRİ SÜRÜNÜN PARÇASI DEĞİL
Yani dostlar, aydınlanmanın arka planında hep merak, bilim ve cesaret vardı. Bunu herkes başaramadı. İstemediler, istemiyorlar zaten. Bakın Arap şeyhlerine, prenslerine falan. Kendi ülkelerinde insanlık adına en küçük bir ilerlemeyi bile bin bir nazla kabul ederlerken, hepsi tatil için Avrupa ülkelerine akın ediyorlar. E orada seni çeken neyse kendi ülkende de yapsana! Yok! İşine gelmez.
Bakın baskı altında yaşayan doğu ve güney ülkelerinin insanlarına. Hepsi kapağı Avrupa’ya atmaya çalışıyor. Neden? Çünkü Avrupa “daha iyi” bir yer de ondan. İşte o “daha iyi” olma durumunun nedenini konuştuk bugün.
Bugün hâlâ merak eden, sorgulayan, okuyup öğrenen insanlar “sivri” kabul edilirler. “Entel” diyerek hor görülürler. Çünkü sürünün parçası değillerdir. Çünkü sürü içinde olmak güvenlidir. Ama bakın tarihe, Kopernik, Galileo, Sokrates, Kolomb… Hiçbiri sürünün parçası değillerdi. Lütfen dikkat edin, hayatımızı güzelleştiren, geliştiren ne varsa, “sürünün parçası olmayan” birileri tarafından ortaya konmuştur. Öyle olmaya da devam edecektir.
BU HAFTA SONU HAVA VE DENİZ
SERİNLEYELİM BİRAZ
Bugünden pazara poyraz güçlü. Haliyle havayı da serinletiyor. 24-25 derecelerde biraz ferahlarız. Pazar günü, özellikle Doğu Marmara’da yağış bekleniyor. Serinlik daha da anlam kazanıyor yağışla. Eh, ne de olsa teorik olarak sonbahara girdik. Böyle şeylerin olmasını seviyorum, “normal” havayı bile özletti çünkü bu korona ve küresel ısınma. Deniz suyumuz 22-24 derece santigrat arasında. Sağlıklı ve bol neşeli günler bizleri bekliyor olsun.
Paylaş