Paylaş
Şu yolu selametle bir alamadı Osmanlı denizcileri!
Geçmişte olan biteni anlatmak yerine gönlünden geçeni anlatan tarih kitaplarında sıkça rastladığımız bir ifadedir: “Ve Akdeniz bir Türk gölü haline gelmişti!” Bu ve buna benzer ifadeler, gerçeklerden çok, temennileri dile getirir. “Biz her yeri sevgiyle fethettik. Bizi görünce insanlar ‘Aaa Türkler gelmiş’ diye şehirleri güle oynaya bizzat teslim ederlerdi. Hiç silah ve cephane kullanmadık. Kılıçlar kınından çıkmaz da paslanırdı valla!” gibi ifadelere bence ancak gülünür. Hiç kimse ama hiç kimse, bambaşka bir kültürün insanları kendi şehirlerini fethetmeye geldiğinde sevinçle teslim olmaz. Tarihte bazı şehirlerin benzer şekilde teslim oldukları görülmüştür evet; ama ya savunma yapacak insan, silah ve cephane yoktur ya da açlık, hastalık vs. direnci kırmıştır çoktan.
TÜRK SARIĞI GÖRMEK
Cezayirli korsanların ele geçirdiği Hıristiyan esirler. artık ya satılacaklar ya da konumuna göre fidye için alıkonulacaklar. Jan Goeree, 1706.
Böylesi iddiaları ortaya atanların emsal aldıkları en kayda değer olay, hiç kuşku yok ki önemli bir Bizans devlet adamının tarihe geçmiş şu gerçek ve meşhur sözüdür: “Konstantinopolis’in içinde Türk sarığını görmek, Latin serpuşunu görmekten daha iyidir!” Gerçekten söylenmiş bu söz, son Bizans İmparatoru Konstantinos’un başvekilharcı Lukas Notaras’a aittir. 1449-1453 arasında donanma komutanlığı yapmış, Büyük Dük (Megas Douks) unvanı almıştır. İstanbul doğumlu olan Notaras’ın, Cenova ve Venedik vatandaşlıklarının bulunmasına rağmen neden böyle haşin bir söz ettiğini anlamak hiç de zor değildir aslında. İstanbul, Türkler tarafından fethedilmeden tam olarak 249 yıl önce Latinler tarafından fethedilmişti. Dördüncü Haçlı seferi, İstanbul’u hedef almış ve hedefine korkunç bir şekilde de ulaşmıştı. Katolik kilisesine bağlı Latinler, İstanbul’da eşi benzeri görülmemiş bir yağma ve katliam gerçekleştirmiş, Bizans başkenti, beceriksiz ve haksız bu Latin devletinin 57 yıllık ömrü boyunca İznik’te varlığını korumak zorunda kalmıştı. 1261’de Bizans İmparatorluğu, Konstantinopolis’i Latinlerin elinden kurtarmıştı. Bu olay herkesin hafızasında tazeliğini koruyordu. Elbette Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u kuşattığında, Latin yağmasına tanık olan kimse hayatta değildi ama kuşaktan kuşağa aktarılan Latin nefreti capcanlıydı. İşte, Türk kuşatması sırasında Avrupa’dan yardım istendiğinde akıllara bu olaylar geliyordu. Çünkü Avrupa, daha ziyade Papalık, “Tamam dindaşız, size yardım ederiz ama şartımız var: Katolik olun, Ortodoksluğu terk edin, doğru yol Katolisizmdir” diyordu. (Bunu tam böyle söylemiyorlardı da ‘kiliseleri birleştirelim’ diyorlardı. Elbette bunun anlamını herkes biliyordu.) Türklerden kurtulmak için bir kısım İstanbullu buna razıydı ama 250 yıl kadar önce başlarına gelen o korkunç olayları unutamayanlar da az değildi. İşte Notaras, (Dukas Kroniğine göre) kalabalık bir halk kitlesine hitap ederken o meşhur lafı etmişti. Bunu, Latinlerden nefret ettiği için söylemişti, Türklere aşkından değil. (Dukas Kroniği, Ç.:V. Mirmiroğlu, Kabalcı Yay:35, 2013;Kritovulos Tarihi, Ç.:Ari Çokona, Heyamola, 2012) Kaldı ki Türklerin fethettikleri yerlerde sosyal ve dinsel yaşama hoşgörülü oldukları da zaten bilinen bir gerçekti. Bu anlamda Türkler, tıpkı yaklaşık yedi asırdır İspanya’da varlıklarını koruyan diğer Müslümanlar gibi, bir arada yaşamayı biliyorlardı ve bu konuda Latinlerden çok daha iyilerdi. Bunu da kabul etmek gerek. Ama biz şimdi konumuza dönmeliyiz.
YOK ÖYLE BİR ŞEY
Akdeniz bir Türk gölü oldu mu, olmadı mı? Hiçbir zaman olmadı. E olmadıysa bu kadar insan yalan mı söylüyor? Hayır yalan söylemiyorlar ama, başta da konuştuğumuz gibi var olan bir durumu, biraz gönüllerine göre eğip büküyorlar diyebiliriz. Nedir o var olan durum? Durum şu: Akdeniz bir Türk gölü olmadı ama Doğu Akdeniz’de, belirli bir süre Türk egemenliği söz konusuydu. Gelin biraz bunu konuşalım. Bu arada, bunları haşa “tarihçilik” iddiasıyla değil, tarih okuru olduğum için yazıyorum. Kendimi bildim bileli araştırdığım bir konudur, her görüşten, her açıdan bakışı okuduğumu sanıyorum. Her şeyde olduğu gibi, “Bizdense iyidir, değilse kötüdür” diye okunmaz tarih, bunu anladım.
SULTAN HIZIR BARBAROS HAZRETLERİ
Osmanlı deniz gücü, Hızır Reis’e kadar büyük bir deniz gücü değildi. Hızır Reis dediğim kişiyi, ona daha sonra verilen isimlerle tanırsınız: Barbaros Hayreddin Paşa. Asıl adı Hızır’dır. Barbaros, “kızıl sakal” demek ama aslında Hızır’ın sakalı, ağabeyi Oruç Reis’inki kadar kızıl değildi ve Avrupalılar aslında, “Barbaros” lakabını ilk önce, çok korktukları Oruç Reis’e takmışlardı. Oruç’un hiç acıması yoktu, yaklaştığını duyan hemen tabanları yağlardı. Küçük kardeşi Hızır da ağabeyi ile birlikte korsanlık ediyordu. Oruç ve Hızır, Kuzey Afrika’da konuşlanmışlar, burada korsanlık temelli bir hayat kurmuşlardı. Kısa sürede bölgede lider oldular. Fakat bir gün geldi, Oruç., çok az adamı ile birlikte İspanyollar tarafından kıstırıldı ve kahramanca (gerçekten kahramanca. Bunu yazan İspanyollar) savaşarak hayata veda etti. Hızır, ağabeyinin yerine geçti ve yeni “kızıl sakal” oldu. Artık Barbaros oydu. Bütün bunlar olurken, Barbaroslar, kendi hesaplarına savaşıyorlardı, Osmanlı’nın değil. Evet Hıristiyanların gemilerine saldırıyorlar ve buna gaza diyorlardı ama ticaret yaptıkları bir sürü başka Hıristiyan da vardı. Osmanlı devleti ile iyi ilişkiler içindeydiler, Padişaha hediyeler gönderirlerdi ama kendi hesaplarına çalışırlardı. Barbaros, 1533’te, ancak bu işten anlayan, liyakat sahibi bir denizciye ihtiyaç duyan Kanuni Sultan Süleyman’ın çağrısı üzerine Osmanlı’ya katıldı. (Doğrusu fazla seçeneği de yoktu çünkü İspanya, yeni keşfedilmiş Amerika kıtasından gelen gemiler dolusu gümüşle çok zenginleşmiş, bu sayede büyük teknolojik atılım yapmış ve tek başına karşı koyabilecek gücü çoktan aşmıştı.) Ve Şurası çok önemli ki, Barbaros İstanbul’a denizden geldiğinde, taşıdığı titr, Cezayir Sultanı idi. Bildiğiniz Cezayir’in Sultanı olarak geldi İstanbul’a. Kendi bayrağı vardı. Uzunca bir süredir Cezayir’de adına hutbe okunuyordu. Siz hiç kendi adına hutbe okunan başka Osmanlı paşası biliyor musunuz? Ve 1546’da da vefat etti. Yani Barbaros Hayreddin Paşa, yaklaşık 70 yıllık ömrünün son 11 yılını “Osmanlı kaptanı deryası” olarak geçirmiştir. O geldikten sonra Cezayir ve çevresi “Osmanlı toprağı” sayıldı. Fethedilmedi oralar yani, kendiliğinden geldi.
ÖYLE BİR EKOL Kİ…
Preveze Deniz Savaşı - Eylül 1538. Ressam Ohannes Umed Behzad, 1866. Deniz Müzesi.
Barbaros, Garp Ocakları denen doğal kurumun lideriydi. Garpta, yani batıda yetişen denizciler, ömürleri denizde geçtiği için işi gerçekten çok iyi biliyorlardı. Osmanlı’nın en büyük şansı, bu garp ocaklarının Barbaros’un liderliğinde insan kaynağını devlete açmış olmasıydı. Hepsi çok iyi denizciydi ve doğal olarak stratejisttiler.
Bu ayın sonunda (28 Eylül) yıldönümünü yaşayacağımız Preveze Deniz Zaferi’nin yılı 1538. Bu zaferden tam olarak 33 yıl sonra, 1571’de de bir başka deniz savaşını hatırlıyoruz: İnebahtı! Fakat İnebahtı, zafer değil hezimettir. “Sıngın” diye geçer kaynaklarda. Hezimet demek. Deniz aynı deniz, kadırgalar aynı kadırga, ordu aynı ordu, donanma aynı donanma. Sadece 33 yıl geçmiş. Ne değişmiş olabilir ki? İşte o günün siyaseti, donanmanın başına garp ocaklarından yetişmiş gerçek bir denizci yerine, tamamen bir karacı olan Müezzinzade Ali Paşa diye birini getirmişti. Yani, Barbaros’un ekolünden tonla adam dururken, II. Selim, Muhteşem Süleyman’ın oğlu, ne yazık ki denizi bir tek kayıkla Üsküdar’a geçerken görmüş birini kumandan yapmıştı! İnebahtı’da filotillası zarar görmeyen tek amiral Uluç Ali olduğu için, hezimetten sonra onu Kaptanı Derya yaptılar ama yavaş yavaş da Garp Ocaklarının yetiştirdiği adamlar bittiği için, Barbaros ekolü (veya Cezayir ekolü de diyebiliriz) kısa süre sonra sona erdi. Korsanlar ellerini çektiler siyaset arenasından ve kendi işlerine baktılar. İşte Osmanlı’nın Akdeniz’deki büyük gücü de onunla birlikte eridi gitti. Ufak tefek muharebeleri “büyük zafer” diye etiketlemenin faydası yok, olmadı. Denizde bitmeye başlamış Osmanlı, yavaş yavaş karada da eridi zaten. Paraleldir. Nasıl toprakları küçülmeye başladıysa, öyle…
MİDİLLİLİ KIZIL SAKALLILAR
Oruç ve Hızır, diğer iki erkek kardeşleri İlyas ve İshak’la birlikte, Midilli Adası’nda dünyaya gelmişlerdi. Babaları, Fatih’in fethinden sonra Midilli’ye yerleştirdiği yeniçerilerden Yakup idi. Annelerinin, doğduklarına komşu köyün papazının dul karısı Katalina (veya Katerina) olduğu söylenir. Burada çömlekçilik yaptılar ailecek, denize de, çömlekleri Anadolu’ya denizden taşırken alıştılar. Ailenin oğulları, babaları gibi Müslümandı, anneye ve kız kardeşlere karışılmadı, onlar da Ortodoks kaldı. Delikanlılar, günün şartları gereği daha sonra korsanlığa başladılar, sonra Tunus’a gittiler. Gerisi, az çok yukarıda anlattığımız gibi.
ÇÜNKÜ OLAY ‘İNSAN’DA BİTER
İşte Akdeniz’de Türk gücünün etkin olduğu dönem, bu kardeşlerin ve onların yanında yetişmiş iyi denizcilerin dönemiydi ama ne hazindir ki çarpık ve liyakat yerine adak kayırmayı öncelikli tutan siyaset anlayışımız yüzünden ancak bir asırdan biraz fazla sürebilmişti. Çünkü olay ne gemi tipinde, ne silah gücündeydi, olay “insan” gücündeydi. Yetişmiş, bilgili, becerili insan gücünden daha üstün ne olabilir? Liyakati bırakıp “adamcılığa” başladıktan sonra her şeyin çürüdüğü, tarih içinde çok kez kanıtlanmıştır.
Örneğin, 1500’de Hindistan’a ulaşan Portekiz deniz gücü, kısa süre içinde (ve elbette zorbalığın da yardımıyla) Hindistan ticaretini ele aldı. Ama Portekiz’in buradaki etkinliği 100 yıl bile sürmedi. Çünkü yeni topraklardaki resmi görevleri, tıpkı o sırada Osmanlı’da olduğu gibi, rüşvetle alıp satmaya başlamışlardı, çürüme büyüktü. Çürüyen bir yapının yerini hemen yenisi ve sağlamı alır. Portekiz’in ayağını da önce Hollandalılar, sonra da kalıcı olarak İngilizler kaydırdı.
VE BİR DE PÎRÎ REİS VAR TABİİ
Bu sırada Osmanlı’nın birkaç denemesi oldu Portekizlileri bölgeden uzaklaştırmak için. Başarılı olamadı hiçbiri. Sonunda Pîrî Reis’imizin kellesine mal olan bu denemelerde, talihsiz Reis’imizden önce Osmanlı gemilerini Süveyş’ten Basra’ya götürme girişimleri perişanlıkla sonuçlandı. Varamadılar bile Basra’ya. Hindistan’da karaya vurdular. Hangi deniz gücünden söz ediyoruz? (Pîrî Reis’imizin öldürülmesi ve dönemle ilgili daha fazla bilgi edinmek isteyenler, epey önce kaleme aldığım Pîrî Reis Neden Öldürüldü başlıklı yazı ve onun kaynakçasından yararlanabilirler. http://tayfuntimocin.blogspot.com/2013/01/piri-reis-neden-olduruldu.html)
Gerçek denizcilik ekolünün yerine şunun adamı, bunun damadı gibi paşalar geçtikten sonra… Siz söyleyin lütfen, mümkün müydü Türk gölü olması Akdeniz’in?
Not: Yazıyı bitirdikten sonra fark ettim ki bugün canlı olan Doğu Akdeniz meselesine gönderme yapıyormuşum gibi duruyor. Hiç düşünmemiştim. Ama şunu söyleyebilirim ki köprünün altından çok sular aktı. Türkiye’de iki asırdan uzun süredir denizcilik eğitimi veriliyor, hem de en güzel şekilde. Ata’mızın ilkeleri sayesinde daha da keskinleşen denizcilik ülküsü, Türkiye’nin, Doğu Akdeniz’de doğal olarak sahip olduğu hakları kullanmasını destekleyecek nitelik ve nicelikte. Türk deniz gücü bugün dipdiri, capcanlı. Belli ki kimileri duruma fazla “Fransız” kalmış!
BU HAFTA SONU HAVA VE DENİZ
CANLI POYRAZ DEVAM EDİYOR
Bana sorarsanız çok keyifli bir hava. Sıcaklık 30 civarı ama rüzgâr tatlı. Geceleri serinlemeye başladığı için gündüzün tadı da arttı. Çok güzel bir hava olduğun usanıyorum. Ama biraz yağmur bulutları dolaşıyor Marmara etrafında. Daha ziyade İstanbul taraflarında ama bize de uzanabilir. Yine de tadını çıkarmak gerek. Fakat lütfen önlem alarak ve herkesin sağlıklı kalma hakkına saygı duyarak yapalım bunu ki sonraki güzel havalarda eve tıkılmak zorunda kalmayalım. Sağlıcakla…
Paylaş