Paylaş
İstiyoruz ki politikacılarımız ve halkımız, yaptığımız işi anlasınlar ve değer versinler. Ancak biz, kendi ülkemizdeki eksikleri konuştuğumuz gibi dünyanın değişik ülkelerinde gerçekleşen sorunları da görüp, doğru tahlil etmek zorundayız.
Bu aralar ülke dışında işlerin çok iyi gittiği söylenemez. Örneğin sanatın beşiği sayılan Fransa’da 14. Louis ile altın çağını yaşayan bale sanatı için bugün ciddi tartışmalar yaşanıyor.
Bale konusunda en az Rusya’daki Bolşoy Operası kadar geleneği olan Paris Operası (Opera Garnier) gerek bünyesinde barındırdığı üstün sanatçı kadrosuyla, gerekse de ‘Opera Fareleri (Les petit rats de l’opera)’ adını koydukları bale öğrencilerini yetiştiren Paris-Nanterre’deki okuluyla dünyanın en önemli sanat lokomotifi olma özelliği taşıyor. Üstelik bence dünyanın en ihtişamlı binası da Paris Operası.
1875 yılında, Napolyon zamanında inşa edilen ‘Opera Garnier’ adını mimarı Charles Garnier’den aldı. Binanın heybetli salonunun tavanındaki resimler göz alıcıydı. Bu resimlerin yapımından neredeyse 100 yıl sonra bir yenilenmeye ihtiyaç duyuldu. 1963 yılında gerçekleşen bu yenileme çalışmaları için büyük usta Marc Chagall ile çalışıldı. Bu bina en önemli bale eserlerinin sergilendiği yerdi.
Bale sanatının mabedi olarak görülebilecek Opera Garnier, kuruluş tarihinden bu yana iki dünya savaşı atlattı, ama gücünü hep korudu. Hem sanatçı kadrosu hem de kültüre büyük destek veren siyasetçiler tarafından âdeta bir fanus içine alındı. 21. yüzyılın başına kadar geleneksel yapıyı savunan ve klasik eserleri ‘müzecilik’ mantığıyla koruyan düşünsel yapısı sayesinde büyük fikir çatışmaları yaşanmadan; Rusya, İngiltere ve son 40 yılın Amerika’sı ile masanın dört ayağından birini oluşturdu. Oysaki bugün gelişen olaylar, gelecek için tehlikeli bir kırılmanın yaşanmakta olduğunun sinyalini veriyor.
İLK KIRILMA 90’LARDA
1994-95 yıllarında Fransa’da ekonomik kriz söylemleri başladı. Bu yıllardan itibaren sanat gruplarında, tarihinde hiçbir ekonomik buhranda olmadığı kadar finansal önlemler alınmaya çalışıldı. Elbette ki, bu önlemler böyle durumlarda her sanatsal birimde alınır. Ancak bu tarihlerden sonra ilk kez, büyük klasik eserlerin yerlerine daha ekonomik olan modern eserlerin getirilmesi konuşuldu. Daha da önemlisi klasik eserlerin kendi içinde ‘daraltılması’ dillendirildi.
Tamamen finansal endişe yüzünden artık eserlerin dekorları küçülecek, kostümler yerini maliyeti daha uygun kostümlere bırakacak, gerekirse sahne üzeri ve arkasında kadro daralmasına gidilecekti.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla başlayan ‘perestroyka’ süreci hem Bolşoy Operasını hem de Mariinsky Tiyatrosunu vurmuştu. Yani Fransa ile o yılların Rusya’sı arasındaki kültürel rekabet ortamından doğan itiş gücü de ortadan kalkmıştı. Bunun ‘savaşını’ benim de sanatsal direktörlüğümü yapan Pierre Lacotte fazlasıyla vermeye çalıştı. Hatta ben bile davet edildiğim birkaç programda arkadaşlarımla beraber bu tutuma karşı durmaya çalışmıştım. Repertuvarda modern eserlere yer verildiği gibi klasik eserlerin de her zamanki gücüyle sahneye taşınmaları gerektiğini savunduk. Ama başarılı olamadık.
ARADAN GEÇEN 20 YILDA NELER OLDU?
Bu süre içinde finansal daralma ile başlayan süreç işledi ve bale konusundaki ‘büyük küçülme’ gerçekleşti. Üstelik sadece küçülmeye gidilmedi, aynı zamanda o zamana kadar uygulanan geleneksel repertuvar formundan tutun, eser yapısına kadar birçok çalışma değiştirildi. Opera Garnier’in kemik seyirci kitlesi yerini turist seyirciye bırakmaya başladı.
Azalan seyirciyi görmeye alışık olmayan kültür politikası bir hata daha yaptı. Kendi çekirdeğinden yetişmemiş ve bu yapının geleneğinde olmayan bir kişiyi ‘sanatsal yönetmen’ olarak Opera Garnier’in başına getirildi. Bu kişi ünlü oyuncu Natalie Portman’ın eşi Benjamin Millepied’di. Opera binasının büyük yüzeyi Natalie Portman’ın parfüm reklamlarıyla kaplandı.
Reklam kampanyalarının başarılı olacağı düşünüldü. Ancak geçen bütün bu süreç, Benjamin Millepied’nin seçimleri ve koyduğu eserler ile Fransızların tabiri ile tam bir ‘fiyasko’ydu ve Millepied’in görevine son verildi. Yerine ise Aurélie Dupont getirildi. Dupont, benim de birlikte dans etme fırsatı bulduğum değerli bir isim…
Benzer bir durum Fransa’daki bale okulunda da yaşandı. Claude Bessy gibi büyük sanatçıların yetişmesini sağlayan bir otorite, sağlık sorunlarından dolayı okulun idaresinden ayrılınca yerine gelen operanın eski yıldız dansçısı Élisabeth Platel aynı başarıyı yakalamakta güçlük çekti.
Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta var. Daha önceleri okulun büyük bir kısmı Fransız öğrencilerden oluşuyordu. Artık okulda daha çok Brezilya, Küba, Rusya gibi ülkelerden gelen öğrenciler var. Elbette diğer ülkelerden öğrencilerin olması büyük bir zenginlik. Ancak sorun Fransız çocuklarının bu mesleğe olan ilgilerinin azalması... Milliyetçi yapısını korumaya çalışan Fransa’da meslektaşlarıma bu konuyu sorduğumda, Fransız çocuklarının profesyonel bale mesleğine olan ilgileri konusunda acilen bir şeyler yapılması gerektiğini söylüyorlar.
Sanat birimleri kuvvetli ülkelerde bile bazı konuların düzeltilebilmesi uzun zaman alabiliyor.
İzlenim sahibi olabilmek için benim de bizzat bulunduğum bu sanat kurumlarından başımı dışarı çıkartıp ardı ardına birkaç önemli topluluğun eserini seyretmek için yola çıkıyorum. Bu bana mukayese fırsatı veriyor. Süreci hem seyirci arasında hem de sahnede bizzat sanatçılarla yaşamak neyin geri kalıp neyin ilerleyebildiğini gösteriyor. Bir de kronikleşmiş dedikodular var tabii. Ancak yanlış anlaşılmasın, sanatsal dedikodulardan bahsediyorum. Bence onların içinde olmakta da fayda var.
Bugün size bahsettiğim Fransız Devlet Balesinin hikâyesi. Bu hikâye özelinden Fransa’daki diğer sanat gruplarına benzerlikler kurabiliriz. Ancak bale deyince aklımıza ilk gelen ülke Rusya’da durum bundan tamamen farklı. Onun son hikâyesini bir sonraki sefere saklayalım. Çünkü gerçekten okumaya değecek bir hikâye.
Paylaş