Paylaş
Yüzlerce yaşındaki zeytin ağaçlarının turkuaz denize dallarını sarkıttığı yer. Kaybolup giden nice büyük uygarlıkların bugüne taşınan izlerini, bize bıraktıkları tarih ve kültür mirasını anlatmak istedim.
Ama başka bir ışıltı geçti içimden birden. İzmir hasretimin üstüne usulca sokuldu. Her yerde olmak isteyen bir çocuk misali, bambaşka bir şehre kaydı düşüncelerim. Zihnim Mardin’e doğru bir yolculuğa çıkıverdi.
Zamanın durduğu birkaç yer vardır yeryüzünde. İşte öyle bir yer Mardin. Uzaktan bakın bu kente. Havada asılı kalmış gibi durur. Samanyoluna karışmış gece ışıltılarıyla yer çekimini tanımaz. Onu öylece bırakıp ilgisizce yanından geçip gitmek mümkün değil. Sizi kendi çekim alanına sokar.
Tepedeki bir taşın üstünde oturur, basamak basamak birbirine yaslanmış evlerin bezediği şehre bakarsınız. Sanki bir çamur gölünde, dev bir kabarcık üzerinde zümrütler, elmaslar, yakutlar kaynamış. O kabarcık donmuş, evler, yollar olmuş. Çamur gölü sarıya, yeşile boyanmış, uçsuz bucaksız Mezopotamya ovasına dönüşmüş.
Zamanın durduğunu hissettiğim bu yerde bizden önce kimler, nasıl yaşadı... 6500 yıldır birbiri üstüne çeşitli uygarlıklar yerleşmiş Mardin’e. Sümer, Hitit, Asur, Babil, Pers, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı ve daha onlarcası. Medeniyetler üstüne kurulan medeniyetler, bir açık hava müzesi haline getirmiş kenti. Tam da bu yüzden, avuç büyüklüğündeki kentte var olmuş uygarlıkların gölgeler arasında gizlendiklerini ve niçin Mardin’in binlerce yıl yaşadığını hissedersiniz.
Şehri gezerken algılarımız en yüksek seviyede açık. Her görüntü bilinçaltımıza yerleşir. Ala gözlü bir çocuk bize bakar; sarışın. Gözleri mavzer. Cami-i Kebir’den ezan sesi yükselir. Güvercinler uçar, ufka uzayan Mezopotamya ovasına doğru. Geceleri uçsuz bucaksız denizi hatırlatan bir ova. Işık adacıkları oluşturan birkaç traktör, denizi yaran pancar motorlu balıkçı teknelerini andırır lacivert gecede.
Ve Mardin evleri. İri taşlardan yapılı… Ev üstüne yükselen bir diğer ev, insanın ağırlığını ayakları dibinden alır, başının üstünden aşırır, bir sonraki evin ayakları dibine bırakır. Basamak gibi yükselen bu evlerle, Babil’in asma bahçeleri üstünde uçtuğunuzu hissedersiniz. Ortalarında bir yol, kristal yıldızlara uzanır.
Bir öğleden sonra Mardin’de n’apacağını bilememek demek, insanoğlunun bu kente niçin sığındığını, niçin burayı terk etmediğini anlamak ama bir türlü anlatamamak demektir.
Siz de benim gibi bir akşamüstü gün batarken, yanı başınızda bir taşın üstünde oturursanız, şehrin boğuk yaşlı türküsünü dinlerken, önünüzde göz alabildiğince uzanan başak denizinde, yer yer, öbek öbek ışıklarını yakan toprak adamlarını seyredersiniz.
Denir ki Mardin bir avuç kadar küçük, bir kalp kadar büyüktür. Eğer dik bir ses sizi zamana, zeytin gözlü çocukları sevmeye çağırırsa, asırları görmüş ihtiyarların ellerini tutup yüreğinize götürmek için dayanılmaz bir arzu duyarsanız, bir öğleden sonra Mardin’e gelirsiniz.
Paylaş