Paylaş
Doğan güneşle, elmasa dönüşür çakıl taşları. Turunçlar ve portakalların rengini aldığı, denizden esen serin imbatın içinizi ürperttiği o mevsimde dünyaya gelmişim.
İzmir’de güneş, dağların arkasına çekilir. Çocuklar su birikintilerinde kâğıttan gemilerini yüzdürür. Anneleri sevinçle evlerine çağırır onları ve sokaklardan çekilir insanlar. Melisaların, yaseminlerin koku baloncukları havada birbiri ardına patlar. Gökyüzü her şeyi görmek istercesine aydınlanır bir an. Sonra gözlerinin rengiyle gelir, gökyüzüne tül bir örtüyle serilir. Çocukların göz kapakları ağırlaşır. O canım kokulardan, uzaklardan gelen seslerden uzak, iç çekerek uyur bebekler. Anneleri dudaklarıyla çocuklarını gösterirler eşlerine: “Yine yemeğini yemeden uyudu.” İşte senin gözlerin böyle oyun oynar çocuklara, benim doğduğum memlekette.
Hiçbir annenin çocuklarına anlatmadığı bir masal anlatacağım. Yıllar sonra hatırlarsanız eğer, belki çocuklarınıza anlatırsınız. Aslında birkaç fırça darbesi bu… Sesleri, renkleri, dokunuşları hatırlayın lütfen.
Bir kale vardır İzmir’de. Oraya çıkarsanız bütün şehir ve körfez ayaklarınıza serilir. Taştan yapılmıştır ama ona Kadifekale der İzmirliler. Orada doğanların, yaşayanların taşa yakıştırdıkları sıfattır kadife. “Kadifenin dokunuşu ya da kadifeye dokunmak...” Unutmayın bunu.
Kış yağmurla yıkandıktan, bahar geldikten sonra portakal ve limon çiçeklerinin kokusu karışır iğde çiçeklerinin kokusuna. Köşe başlarından çarçabuk kaybolan sabah şeytanı, biraz mimoza, biraz da denizden çaldığı iyot kokusu katar, yaramazca, sabaha. Hatırlayın portakal çiçeklerini, acı-sarı kokan iğde ağaçlarını. Bir şey unutursunuz evinizde. Bir ağaca dayanır, hatırlamaya çalışırsınız neyi unuttuğunuzu. Koyu yeşil sert yaprakları, gri pırıltılı, pek ulu olmayan bir ağaçtır bu. Bir zeytin ağacı. Bin yıl yaşadığını bilirsiniz ağacın. Yaşlanmış gövdesini keserseniz, filizlenen dalları bin yıl daha yaşar; zeytinini sunar, yağını verir. Sofralarınızda rengârenk zeytin, yemeklerinizde yağ… Çok yaşamak için ekmeğinizi banıp yersiniz. Bu tadı unutmayın. Güneş renkli tadı…
İnsanlar evlerinde oturamazlar bir türlü. Kapılarının önüne dökülürler çoluk çocuk, güneş sokaklardan çekilince. İçlerinde titreşir durur özgürlük. Mavzer bakışlı efeler, zeybekler, kısa poturları oyalı börkleriyle toprağa diz vurur, kollarıyla gökyüzüne teslim olur gibi uzanır yavaşça. Çocuklar zeybek oynamayı öğrenir. Her sefer nasıl da onurlu, gururlu görünür bir karış veletler… Kıyı köylerinde yaşlı kadınlar ıslatılmış kireç bulundurur evlerinde. Duvarda bir leke, ocağın isi karası, o saat bembeyaz olur yeniden. Bir nine, duvarı aka boyar. Ve ben hep o dizeyi hatırlarım: “Bir tebeşir almak, karalamak ölümü.”
İşte memleketim, İzmir’im…
Yıllarca yaşadığım Fransa’da, içimde dayanılmaz bir istekle balık pazarına giderdim. Okyanus balıkları bir yerde, Akdeniz balıkları bir yerde. Levrek, orfoz, çipura... Elime alıp koklardım, memleketimin denizlerinin yosun kokusuna hasret. Ve en çok bir İzmirliyle karşılaşmak arzusuyla yanardım. Portakal çiçeklerinin kokusu, lacivert gece, zeytin tadı, göklere uzanan kollar, bin yıllık ağaçlarla beraber yaşamak, lekesiz bembeyaz evler, anne karnının ılıklığındaki sevgi, kadife dokunuşu. Nerede olursa olsun, en çok sılada, bir İzmirli bir İzmirliyle karşılaşırsa, bir ılıklık doldurur içini. Karındaşı, sevgilisi gibi bir şey, ne bileyim…
Memleketim, İzmir’im…
Paylaş