Paylaş
KİMSENİN akıl hocalığına soyunacak değilim.
Düşünmenin öğrenilebildiğini bildiğim için yazıyorum.
Yılmaz Erdoğan “özgürlük” tanımını yanlış kullanmaktadır. Yalnız değildir, çoğu “solcu” aynı hataya düşmektedir. Solculuğu bilmemektedirler!
Yok hayır, Marksist terminolojiye sarılıp, özgürlük tanımı yapacak değilim.
İkna etmek için hemfikir olacağımız bir kaynağa başvuracağım; Türk Dil Kurumu sözlüğündeki “özgürlük” tanımını aktaracağım:
1) Herhangi bir kısıtlamaya, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme veya davranma, herhangi bir şarta bağlı olmama durumu; serbesti.
2) Her türlü dış etkiden bağımsız olarak insanın kendi iradesine, kendi düşüncesine dayanarak karar vermesi durumu; hürriyet.
Bu tanıma göre bir sonuca varmak gerekirse, bir toprak ağasının kölesi ya da bir şeyhin müridi özgür olamaz.
Yani siz istediğiniz kadar Kürt açılımı yapın, istediğiniz kadar Anayasa’yı değiştirin; bu ekonomik ve toplumsal feodal yapıyı kırmadığınız sürece özgürleşmeyi sağlayamazsınız.
Bunu ben demiyorum; Türk Dil Kurumu’nun “özgürlük” maddesi söylüyor!
İsterseniz konuyu biraz daha açalım...
‘Politik körlük’
Birkaç gündür, Yılmaz Erdoğan gibi bazı Kürt aydınlarının, Kürt açılımı ve Anayasa değişikliğini nasıl bu kadar basite indirgeyip bir “özgürleşme” meselesi haline getirdiklerini şaşırarak seyrediyorum. Buna hemen “politik körlük” demek istemiyorum. Yılmaz Erdoğan’ı önemsiyorum. Ama şurası da bir gerçek ki, ülkemizde ideolojik saf, teorik bilgiyle/bilinçle değil, duyguyla belirlenmektedir. Yani içgüdüseldir. Siyasal pozisyon belirlemede kültürel kimlikler hayli etkin rol oynamaktadır!
Oysa bilimsel düşünmek, kavramlarla düşünmektir.
Devam edeyim...
Kendini hâlâ “solcu” olarak tanımlayan kimi Kürtlerin, Kemalist Devrim olgusuna çarpık/ şaşı baktığı sır değil.
Önyargılıdırlar.
Oysa anlamak için teori gerekir. Meselelerin teorik çerçevesini çizemedikleri için, her esen rüzgârdan etkilenmekte ve bunun sonucu hep savrulmaktadırlar.
Kafaları karışıktır:
Kendilerini kandırmasınlar. Kemalist Devrim’e karşı çıkıp, mevcut Kürt Açılımı’ndan ya da Anayasa değişikliğinden yana olmanın solculukla hiçbir ilgisi olamaz. Nasıl mı?
Kimi dincilerin...
Kimi liberallerin...
Ve kimi Kürtlerin...
Bugünkü sorunların temeli olarak gördükleri Kemalist Devrim nedir?
Kemalist Devrim, sırtını emperyalizme dayamış ortaçağ kurum ve ilişkilerine son vermeyi hedeflemiş bir burjuva devrimidir.
Başta Fransız İhtilali olmak üzere, her burjuva demokratik devriminin hedefinde nasıl feodalizm ve feodalizmin en büyük dayanağı bağnaz dincilik varsa, Kemalist Devrim’in hedefinde de bunlar vardır.
Yani toprak ağalığına ve din şeyhlerine karşı çıkan anlayış salt Kemalist Devrim’in niteliği değildir. Fransız Devrimi, Amerikan Devrimi, Meksika Devrimi ya da benzerlerinin Kemalist Devrim’den pek farkı yoktur. Bu devrimler, özgürlük ve bağımsızlığın ancak ortaçağ karanlığının yıkılmasıyla kazanılacağını savunagelir. Feodalizmi tüm gerici kurumlarıyla birlikte yıkmadan bağımsızlığın ve özgürleşmenin olamayacağını bilir.
Çatışmanın nedeni
Bu olgular ortadayken, Kürt Açılımı ve Anayasa değişikliğini, Cumhuriyet’in devrimci kazanımı olarak görebilir miyiz?
Yoksa bunlar karanlık ortaçağ feodalizmin zaferi midir?
Devam edelim...
Mustafa Kemal 1925’te dedi ki:
“Ey millet, biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz”. Kemalist Devrim’in felsefesidir bu sözler. Tekke ve zaviyeleri kapatan bu aydınlanmacı hareket, aynı yıl, yani 1925’te 442 sayılı Köy Kanunu’nu çıkardı. Bu, eşraf ve ağaların iktidarına son verip köylüleri esaretten kurtaran toprak reformunun ilk yasasıydı.
Aynı zamanda bu kanunla köylü kadına, köy seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanıyarak onun özgürleşmesi yolunda da önemli bir adım atıldı.
Ve işte bu nedenle o yıl...
Devrimciler ile gericiler arasında hesaplaşma kaçınılmaz oldu:
Derebeylik düzeninin devam etmesini isteyen Şeyh Said İngiliz desteğini de arkasına alarak ayaklandı.
Kürt olduğu için değil, gerici olduğu için ayaklandı.
230 köye hükmeden, bu topraklardan geçenlerden “ayak bastı” parası alan, yani Şeyh Sait gibi “devlet içinde devlet” olan Seyid Rıza da ayaklandı.
Alevi olduğu için değil, gerici olduğu için ayaklandı.
Diğer türlü düşünmek paradokstur: Bugün ya Kemalist Devrim’in safında olursunuz ya da Şeyh Said’lerin, Seyid Rıza’ların...
Bugün etnik-mistik aidiyetle Şeyh Said’lere, Seyid Rıza’lara kutsiyet vererek Kürtleri de, Alevileri de özgürleştiremezsiniz. Kimseyi kandırmayın.
Toprak ağasını parti başkanı yaparak, cemevlerinde ibadet hakkı alarak ne Kürt’ü ne de Alevi’yi özgürleştirebilirsiniz. Bu olsa olsa feodalizmin başarısı olur.
Şunu da belirtmeliyim: Meselenin bir başka yönü daha var ve hep bunu ileri sürüyorlar.
Yoksul köylü unutuldu
Evet, her devrimde olduğu gibi şiddetin biricik çözüm olduğunu düşünen devrimci kadrolar var oldu.
Her devrimde olduğu gibi şiddet kullanımında acı olaylar yaşandı. Masumlar da öldü. Ocaklar da söndü.
Kuşkusuz bu acı hal, devrimci öncülerde de umut kırıklığı yarattı ve Kemalist Devrim başarılı olamadı. Doğu’da, ne istenilen şekilde toprak reformu yapabildi, ne de laikliğin kökleşmesini sağlayabildi.
Bunun temel nedeni, 13 gerici isyanın bastırılması sırasında Halk Partisi içindeki şiddet yanlılarının güçlü hale gelmeleridir. Ve bu kadrolar sürekli isyanlar nedeniyle Kürt köylülerine güvenemediler. Ağalara, şeyhlere karşı yoksul köylülerle işbirliği yapamadılar.
Hani bugün deniyor ya “Atatürk diktatördü, her istediğini Meclis’te yaptırıyordu!” Oysa Atatürk, ne 1925’teki Köy Kanunu’yla, ne de 1934’teki İskân Kanunu’yla, toprak reformunu istediği şekliyle Meclis’ten geçirebildi. İskân Kanunu TBMM’de tam iki yıl bekletildi.
Mustafa Kemal arzuladığı toprak reformunu yapamadan vefat etti. Kemalist Devrim tamamlanamadı. Diğer yanda bugün...
Adına istediğiniz açılım adını verin.
Ya da Anayasa istediğiniz değişikliklerle kabul edilsin. Yoksul köylünün sorunu yoktur bu değişimlerin, açılımların içeriğinde. Ağaların, şeyhlerin elinden yoksul köylüleri kurtaracak, onları özgürleştirecek bir çözüm sunulmamaktadır. Bu ağalık rejimi Kürt kadınını da berdele mahkûm etmektedir.
Kürt aydını bunu analiz edememektedir. Açılımı, değişimi “özgürlük” sanmaktadır.
Çünkü, Kemalist Devrim’in niteliğini ve felsefesini anlamaktan uzaklaşmıştır.
Kemalist Devrim’in önce dondurulduğunu, sonra totalitarizmin askeri darbeleriyle şekilciliğe indirgenerek gericileştirildiğini görmek istememektedir. Toptan reddetme kolaycılığına kaçmaktadır.
Oysa bugün, özgürlük, eşitlik ve kardeşliği kuracak tarihimizdeki yegâne proje 1920’lerin Kemalist Devrim projesidir.
Bugün bunun dışındaki çözümler emperyalizm ile feodal beylerin işbirliği halinde sundukları gerici projeleridir.
Toprak ağaları ve dinci şeyhlerin feodal iktidarını hedef almayan Kürt Açılımı ya da Anayasa değişiklikleri özgürleşme sağlayamaz. Feodalizmin olduğu yerde özgürleşme olmaz.
Teorisiz kafa karışıklığıyla, yanlış yapılan “özgürlük” tanımlarıyla, ancak feodal ortaçağ gericiliğinin kuklası olunur.
Ne solcu kalınabilir ne de sanatçı olunabilir.
Dost acı söyler...
Amerikalılar hangi adamızı istedi
BÜROKRASİSİNİ bilmeden Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni anlamak zordur.
Bürokrasiyi anlatan iyi kitaplar vardır. İlk aklıma gelenler, Erhan Bener’in “Bürokratlar”, Cahit Kayra’nın “’38 Kuşağı” ve Güngör Uras’ın “Bak, Ben Sana Anlatayım” anı kitaplarıdır.
Yıllar önce okumuş ama unutmuştum Cahit Kayra’nın kitabındaki bir bölümü. CHP milletvekili Kemal Kılıçdaroğlu anımsattı.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye, Sovyetler Birliği’nden uzaklaşıp Batı’ya yaklaştı; ABD ile sıkı ilişkiler kurdu. Marshall Yardımı’ndan yararlanan ülkelerden biri oldu.
Bu ilişkilerle Türkiye’ye Amerika’dan uzmanlar geldi. Bunların görevi “Türkiye, ekonomisine çekidüzen verilmesiydi.”
James Barker, Max Weston Thornbourg, John Fisher, Richard Podol gibi Amerikalılar ilk gelenlerdi. Türkiye ekonomisi hakkında raporlar hazırladılar. Bu raporlarla ekonominin “yol haritası” belirlendi. ABD bu raporlara bakarak Türkiye’ye borç verdi.
Bu uzmanlardan birinden bahsetmek istiyorum: Max Weston Thornbourg.
Amerikalı bir işadamıydı, petrolcüydü. 1949 yılında Türkiye’ye geldi.
“Türkiye Nasıl Yükselir?” raporunu hazırladı.
Raporunda Türkiye’nin ABD’nin yardımına muhtaç bir ülke olduğunun altını çizdi. Ve yardımlar için tek bir şart öne sürdü, Türkiye liberal bir ülke olmalıydı. Başka kurtuluş çaresi yoktu.
Thornbourg 1950 yılında ikinci kez Türkiye’ye geldi.
Artık iktidar değişmişti; CHP gidip DP gelmişti.
Cahit Kayra kitabında Amerikalı Thornbourg ile ilgili anısını şöyle yazdı:
“Maden Tetkik Arama Enstitüsü’nün Güneydoğu’da ilk verimli petrol kaynaklarını bulduğu yıllardı. Şimdi sıra bunları işlemek için yabancı şirketleri çağırmaya gelmişti. Bizde de Irak’ta, Kuveyt’te olduğu gibi petrol denizleri bulunacaktı. Bunun için Amerikalı uzman tutulmuş ve bu uzman, ‘Bir ya da birkaç şirkete ayrıcalık tanımayın. Onun yerine yasa çıkarın. Koşullarınızı açıklayın. Birçok şirket gelsin, rekabet olsun, daha çok petrol alanı üstünde çalışılsın’ demişti. Bu arada işitilen başka bilgiler de vardı. Amerikan Büyükelçisi namlı McGee’nin kayınpederi, Menderes’le ilk petrol konusu görüşmelerini yapmıştı. Hatta Menderes kendisine, ‘Biz bu konuda bir şey bilmiyoruz; bize anlatın’ demişti. Bu kişi o tarihlerde haftada birkaç kez Başbakan Menderes’i görmeye geliyordu.
(...) O günlerdeydi. Thornbourg ikinci kez Türkiye’ye geldi. Ankara Palas’ta kendisine bir ziyafet verildi. Adam birinci gelişinde düşündüklerini ‘Türkiye Ekonomisi Üstüne Bir Çalışma’ adlı kitabında sergilemişti. Bu kez yemek sırasında başka bir şey yumurtladı: ‘Bana Bahreyn Emiri bir ada armağan etti. Bende onların filanca işini yaptım’ dedi.
Masanın karşı tarafında oturan Maliye ve İşletmeler bakanlarına adamın söylediklerini çevirdik. Bakanların yemeğin tadını çıkardıkları bir sıraydı. İlgi göstermediler. Anlamadılar ne demek istediğini. Thornbourg duruma daha çok açıklık getirmek gereğini duydu ve Van Gölü’ndeki Akdamar Adası’ndan söz etti. Öyle bir adası olsa gelip Türkiye’ye yerleşeceğini ve bu arada bize çok yardımcı olacağını söyledi. Yanımda oturan Merkez Bankası Guvernörü Nail Gidel bana, adamın ne söylediğini sordu. Anlattım. ‘Herife bak üstadım, gelmiş adayı alıp gidecek. Bu kadar da utanmazlık olur mu? Bizi ne yerine koyuyor’ diye homurdandı.
‘Bu adamlar bizi öylesine küçümsüyorlar ki, savaş öncesi kumların içinde çıplak ayakla dolaşan Bedevilerle bir tutuyorlar’ dedik.”
Amerikalı uzman Thornbourg, Akdamar Adası’nı alamayınca Türkiye’ye dargın ayrıldı. Dönüşünde, yazdığı “Türkiye’nin Ekonomik Durumunun Tenkidi” (1950) adlı raporunda Türkiye ekonomisini eleştirdi.
Türkiye nerelerden geçerek bugünlere geldi.
ABD’de bulunan Başbakan Erdoğan’ın karşısında herhalde artık Thornbourg gibi Amerikalılar yoktur. Yoksa var mıdır?
Paylaş