Paylaş
RAHMETLİ Mustafa Ekmekçi, 1980’li yıllarda Cumhuriyet Gazetesi’ndeki köşesinden sıklıkla domuz etinin yararlarından bahseder ve domuz etinin yenilmesini savunurdu. Çok tepki almasına rağmen Türkiye gibi yoksulu çok bir ülkenin mutlaka domuz besiciliği yapmasını ve ucuz domuz eti yemesi gerektiğini yazardı.
Bugün aynı makaleleri yazmak cesaret ister hale geldi. Bu durum bile aslında Türkiye’nin ne kadar muhafazakârlaştığını göstermiyor mu?
Neyse...
İnsanoğlu belirli zaman ve coğrafyada bazı yiyecek ve içeceklerden kaçındı. Bunları yasakladı. Bizim topraklarda özellikle domuza karşı inanılmaz bir tepki var. Bunun sebebi nedir?
Semavi dinlerden önce
Sanıldığı gibi domuz etinin yasaklanması, Musevilik, Müslümanlık gibi Semavi dinlerin ortaya çıkışıyla gerçekleşmedi.
Artık biliniyor ki, çoktanrılı dini yaşayan bazı kavimlerde de domuz eti yenilmesi yasaktı. Bırakın yemeyi bazı şehirlere (Pontus/Komana gibi) domuz sokulmasına izin bile verilmiyordu.
Eski Mısır’da domuz değen bir kişi hemen elbiseleriyle birlikte nehre atlayıp temizlenirdi. Domuz çobanları hiçbir tapınağa sokulmazdı. Bunlara kız verilmezdi.
Bilindiği gibi sadece Müslümanlar değil, Yahudiler de domuz eti yemiyor. Gerek Kuran-ı Kerim gerekse Tevrat/Ahd-i Atik, çift tırnaklı ve geviş getiren hayvanların yenileceğini belirtir. Bakara Suresi ve Levililer (117) çift tırnaklı olmasına rağmen geviş getiremediği için domuz etinin yenilmesini haram kılmıştır.
Peki, bunun rasyonel bir nedeni var mıydı?
Sorunun yanıtını bulmaya çalışalım...
Neden insan sağlığı mı
Sağlık nedenleri ileri sürülmektedir.
Domuz eti çok yağlı olduğu için sıcak iklimlerde çabucak bozularak trişin gibi hastalıklara neden oluyordu. Hatta bazı topluluklar domuzun cüzama bile neden olduğunu iddia etmişlerdi!
Ancak bu olasılık pek güçlü görünmüyor. Çünkü domuz etine yasak getirildiğinde bu hastalıkların hiçbiri bilinmiyordu bile.
Ayrıca...
Ağır yağlı yiyecekler sıcak havalarda bazı alerjik hastalıklara, mide bozulmalarına neden olsa da, bu salt domuz eti için geçerli olamazdı. Çünkü eti yağlı olan tek hayvan domuz değildi kuşkusuz.
Zaten sağlık nedeniyle yenilmesi haram olsa, bu hal mutlaka kutsal kitaplarda belirtilirdi.
Yiyecek-içeceklerin sağlık ile ilişkisini (bozulmuş yiyeceklerin hastalıklara neden olduğu gibi bilgileri) insanoğlu daha 2500 yıl önce öğrendi.
Sorumuzun yanıtını aramaya devam edelim...
Domuzun önüne ne gelirse yemesi de haram sayılmasına neden olarak gösteriliyor. Yediklerinden yola çıkılarak domuzun pek temiz olmadığı ileri sürülüyor.
Bu tezin doğruluğu tartışma götürür; çünkü birçok hayvan da (örneğin tavuk-horoz-hindi) yiyecek konusunda domuzdan farklı değildir. Hayvanların yedikleriyle temiz oldukları arasında pek doğru orantı yoktur.
Yani...
Özellikle halkın ileri sürdüğü nedenler pek inandırıcı değildi.
Devam edelim; bakalım domuz etini kimler, niye yemiyor?
Mitolojide bile var
Evet, domuzun adının kötüye çıkması ne zaman nasıl oldu?
Bu duruma sebep olarak bir mitolojik hikâyeden de bahsediliyor:
Aşk tanrıçası Afrodit’in âşık olduğu Adonis’i domuz kılığındaki Aras öldürmüştü.
Ve bu cinayet nedeniyle kadınlar her ilkbahar sonunda matem tutup domuza lanet yağdırıyordu.
Bu mitolojinin sorumuza yanıt oluşturacağını düşünmek çocukça olur.
Domuz “düşmanlığının” nedenleri arasında cinsel sebep de vardı.
Güya dişisini kıskanmayan tek hayvandı domuz.
Domuz etini yiyenlerin de dişisini kıskanmayacakları hurafesi hayli yaygındı.
Kuşkusuz bunun bilimsel hiçbir açıklaması yoktu.
Bu olsa olsa tarihçi Herodotos’un Mısırlıların neden domuz yemediklerini yazarken, “Bunu açıklayan bir sebepleri var ve ben de biliyorum, ama yakışık almaz” sözleridir.
Herodotos “ayıp” olduğu için gerekçeyi yazmamıştı!
Günümüzde domuz eti ile cinsellik arasında ilişki kuran uzmanlar yok değil.
Onlara göre domuz eti A vitaminini öldürüyor ve böylece cinsel isteği azaltıyordu. Vitaminlerin bilinmesi şurada kaç yıllık bir süreçtir. İlkel kavimler nereden bilecekti vitaminleri filan...
Uzatmayalım...
En akla yakını neden; totemizm idi.
İnsanoğlu soyundan geldiğini düşündüğü hayvanı totem yapıp tapıyordu. Kuşkusuz taptığını da yiyemezdi.
Bu sebep bile sorumuzun yanıtını tam olarak açıklamıyordu.
Belki sorumuza yanıtı, Türklerin neden domuz eti yemediğini ortaya çıkararak verebiliriz.
Evet gelelim Türklerin neden domuz eti yemedikleri meselesine...
İçkiye evet domuza hayır
Türkler İslam öncesi dönemde ne domuz besliyorlardı ne de domuz eti yiyordu.
Yani Türklerin bu hayvana neredeyse nefret düzeyinde yaklaşmalarıyla İslam’ın domuz etini haram sayması arasında pek bir ilgi yoktu.
Öyle ki, Müslüman olmayan Uygurlar da hâlâ domuz eti yemiyor!
Üstelik hepimiz biliyoruz ki tüm Türkler eti çok sevmektedir ve sofralarında mutlaka bulundurmaktadır. Buna rağmen domuz etine düşmanlık niye idi acaba?
Bu domuz karşıtlığına bir örnek vermeliyim ki mesele daha iyi anlaşılsın:
Ruslar güç kullanarak, Kazak-Kırgız halklarını domuz beslemeye zorlamışlar; her iki halk da canlarını vermişler, yine de onca zulme rağmen domuz besiciliği yapmamışlardır.
Yani mesele Türkler açısından bu derece önemlidir.
İster istemez düşünüyorsunuz...
Müslüman Türklerin haram sayılmasına rağmen içki yasağına pek uymadıkları bilinir. Ama mesele domuz olunca neden akan sular duruyordu?
Artık gelelim asıl sebebini yazmaya...
Asıl neden
Bunun birincil nedeninin totemcilik olduğu ileri sürülüyor. Çünkü bilindiği gibi totem eti yenmiyor. Bu ancak bazı şartlarda mümkün olabiliyor. Örneğin Mısır’da sadece dolunay zamanında ve törenlerde yenmesi gibi.
Ancak totem küçük klanlar için geçerliydi. Geniş alanlara yayılmış büyük kavmin bir tek domuz totemi olamazdı.
Bu nedenle totemcilik de meseleyi tek başına açıklamaya yetmiyor.
Meselenin iktisadi boyutu vardı:
Türkler göçebe bir toplumdu ve göçebelik domuz yetiştiriciliğine uygun değildi. Domuz fazla yürüyebilen bir hayvan değildi. Bu nedenle domuzların bir yerden bir yere götürülmeleri imkânsızdı. Ayrıca salt otlayarak beslenmeleri de söz konusu olamazdı.
Göçebe hayat tarzını benimsemiş Türklerin bu nedenle domuz beslemedikleri iddia ediliyor. Domuzu sadece yerleşik toplumlar (Çin gibi) besliyorlardı, yiyorlardı!
Fakat bu tez de Türklerin domuza olan nefretini açıklamıyor.
Göçebe Türkler domuz beslemeseler bile, avladıkları yaban domuzlarını niye yememişlerdi?
Demek ki bir başka neden vardı.
Evet vardı.
Ve bu neden günümüzde kabul gören bir tezdi:
Deniyor ki:
Göçebeler ile yerleşikler arasında hep nefret ilişkisi olmuştur.
Yerleşikler, göçebeleri vahşi, barbar, haydut olarak görmüşlerdir.
Göçebeler de evlerinde, dükkânlarında oturan yerleşikleri hiç sevmemişlerdir. Onlara “yatuk”, tembel diyorlardı. Yani aralarında nefret ilişkisi vardı.
Göçebeler, yerleşiklerin her şeyinden nefret ediyordu.
İşte domuzdan nefret etmelerinin nedeni buydu.
Domuz yerleşiklerin hayvanıydı ve göçebeler yerleşiklerin hayvanından da nefret ediyorlardı.
Zaten bunca hurafeyi çıkarmalarının nedeni de buydu.
Evet kabul edersiniz ya da etmezsiniz; bilim insanının açıkladığı durum budur.
Kuşkusuz bu arada bilim insanlarının araştırması hâlâ sürüyor. Bakalım önümüzdeki günlerde başka nedenler üzerinde de durulacak mı?
Bakınız dünyayı sarsan domuz gribi bizi nerden nelere götürdü...
Osmanlı’nın en büyük afeti: Veba
OSMANLI toplumu 100 yıl veba afetiyle kırıldı.
Osmanlı, depremlerde, sellerde, yangınlarda binlerce insanını kaybetti.
Çekirge saldırılarını yaşadı.
Kıtlıklarda aç kaldı.
Ne salgınlar gördü:
Sıtma gördü... Humma gördü... Tifüs gördü... Kolera gördü...
Hiçbiri bit, pire kadar yıkıcı olmadı...
Avrupa’yı yıkıp geçen “Kara Ölüm” veba bu topraklardan Osmanlı topraklarına geldi.
Avrupa salgınla 14’üncü yüzyılda tanışmıştı.
Keza salgın o dönemde de Osmanlı topraklarına gelmişti.
Ancak sonra uzun dönem kuluçkaya yatmıştı.
Bu kez gelen kara ölüm çok daha sinsiydi...
Hastalık ilk kez 1778’in ocak ayında yabancıların yaşadığı İstanbul/Galata’da görüldü.
Panik yaşandı. Ancak şubat ve mart ayında duruldu; fakat nisan ayında yeniden belirdi. Haziranda ise tırmandı.
Hastalık tıpkı Avrupa’da olduğu gibi bahar ve yazın gelişiyordu.
Fareler gemiler ve ticaret kervanlarıyla hastalığı dünyaya taşıyorlardı.
Bu nedenle salgından en çok etkilenen Osmanlı donanması oldu.
Durum anlaşılınca dışarıdan gelen her gemiye, her kervana ve her kişiye “hastalık bulaştırıcı düşman” gözüyle bakılmaya başlandı.
Hastalık Osmanlı’nın toplumsal hayatını allak bullak etti. Hayat felç oldu.
Veba, Osmanlı’nın Batı ile olan diplomatik ilişkisini de yok etti; iktisadi çöküşünün sebeplerinden de oldu.
Osmanlı çaresizdi.
Mikrop, öksürük, tükürük gibi yollarla insandan insana da bulaşıyordu.
Osmanlı bilgisizdi. Cahildi.
Örneğin...
Yoksul Osmanlı’nın giyecek pek elbisesi yoktu. Ölenlerin kıyafetleri çocuklarına, akrabalarına kalıyordu. Oysa bunların içinde pireler yaşıyordu ve ölümcüldüler. Hastalığın böyle de yayıldığı bilinmiyordu.
Hamamda temizlenerek kurtulacağını sananlar yine pirelerin yuva yaptığı giyecekleri giyerek hastalıktan kurtulamıyorlardı.
Keza evdeki eşyalara da pireler yuva yapıyordu.
Yani...
İstanbul’daki zengin yabancılar her ne kadar şehirden kaçıp Büyükdere-Tarabya gibi Boğaz köylerine gitseler de hastalıktan pek kurtulamadılar.
İstanbul’da temmuz ayında ölü sayısı günde bin kişiye ulaştı.
İstanbul’un adı “ölü şehir” oldu...
Hastalık eylül-ekimde azaldı. Kasım ayında bitti gibiydi.
Ama bu kez Osmanlı’nın diğer topraklarında çıkmaya başladı; İzmir, Edirne, Selanik, Bursa, Çanakkale, Mikonos, Sofya, Kahire...
Osmanlı hastalık kuşatması altındaydı.
Hastalığa yakalanmayan yoktu. Olayın iyi yanı, hastalığın çok kişide hafif seyretmesiydi. Veba olaylarının üçte ikisini bu grup oluşturuyordu.
Ve mikrop aynı İstanbul’da olduğu gibi bazen azıyor bir günde onlarca can alıyor sonra kuluçkaya yatıyordu.
Salgın 100 yıl Osmanlı’nın başına bela oldu.
Örneğin bazı illerde şiddetli salgınlar arasındaki zaman aralıkları şöyleydi:
İstanbul: 21 yıl, 25 yıl, 19 yıl, 8 yıl, 36 yıl.
İzmir: 20 yıl, 4 yıl, 19 yıl, 28 yıl, 25 yıl.
Kahire: 18 yıl, 23 yıl, 26 yıl, 6 yıl, 44 yıl.
Selanik: 49 yıl, 19 yıl, 33 yıl.
Ölüm istatistikleri korkunçtu:
1778’de İstanbul halkının üçte biri...
1781’de 80 bin nüfuslu Selanik halkından günde 300 kişi...
1783’te Saraybosna’da 16 bin kişi...
1784’te İzmir’de günde 30-40 kişi...
1785’te Akka’da nüfusunun yarısı...
1787’de Halep’te dört günde 1400 kişi öldü.
Öldürücü hastalıkların seyri aslında hep aynıydı; önce az görülen hastalık vakaları sonra hızla artıyor ve sonra birden hızla azalıyordu.
Nihayet...
19’uncu yüzyıl sonunda hastalık teşhis edildi.
Bulunan ilaç sayesinde veba ile ciddi olarak mücadele edildi.
“Karantina” sözcüğünün İtalyancadan dilimize geçtiğini bilir misiniz?
Yine de buna rağmen sorun tamamen ortadan kaldırılamadı. Bir örnek vereyim:
1898’den 1948 yılına kadar vebadan Hindistan’da 13 milyon kişi öldü.
Bugün nasıl kafanızda domuz gribiyle ilgili onlarca soru varsa benzer sorular veba için de hâlâ vardır. Vebanın ortaya çıkışı, yükselişi ve düşüşü üstüne pek çok soru 21’inci yüzyıl başında hâlâ yanıtlanmayı bekliyor.
İnsanoğlu dün olduğu gibi bugün de salgın hastalıklara karşı mücadelesini sürdürüyor.
Vebaya ağıt
Gelin ağalar bir tarih eylerek
Bin iki yüz kırk üç oldu bu sene
Medet Allah, insanın devri döndü
Cümle alem ağlaşurlar bu sene
Felek benim dört yanımdan taşladı
Gelin, kızdan, koç yiğitten başladı
Kadir Mevlam hak emrini işledi
Hidayet Mevla’dan geldi bu sene
Emir Mevla’dandır evler yıkıldı
Nice ana, baba beli büküldü
Koçyiğitler katar ile çekildi
Şehitler bayrağın çekti bu sene
Gitti koç yiğitler ağlar anası
İş Mevla’dan geldi, nedir çaresi
Sağ u sol yanında veba yarası
Kudret hançerini vurdu bu sene
Kadir Mevlam durmayup can alur
Kimi hasta düşmüş kimi de ölür
Hidayet Mevla’dan elden ne gelür
Çok mamurlar viran kaldı bu sene
Kimi de gelmiş ah çeküp oturur
Sevgili olanlar yarın göçürür
Kimi yuvasından yavru uçurur
Çok masumlar viran kaldı bu sene
(Toros Dağları’nda yakılan bir ağıt)
Paylaş