Takım elbiseli, kravatlı İslamcılar smokin ve papyona neden karşı
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
Cumhurbaşkanı Gül hayatında ilk smokini ne zaman giydi? Başbakan Erdoğan neden hiç papyon takmıyor? Kravatı ilk kullanan padişah hangisiydi? İslamcı çevreler kravatı hálá "medeniyet yuları" olarak mı görüyor? Kravat takmayan Ahmedinejad, Katolik İspanya’nın resmi üniformasını giydiğini biliyor mu? Kravat ile papyon arasında ne fark var? Gelin kısa bir medeniyet yolculuğuna çıkalım.
BİZİM www.odatv.com adlı bir internet sitemiz var. Gazeteci arkadaşımız Ahmet Erhan Çelik, sitede ilginç bir saptamada bulundu:
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ilk kez; 14 Mayıs 2008’de, İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth’in onuruna Çankaya Köşkü’nde verilen yemekte papyon taktı.
Kurumların protokol kuralları vardır ve bunlara uyulması saygının bir sonucudur. Cumhurbaşkanı Gül doğru yapmıştır.
Genelkurmay’ın 30 Ağustos’ta Gazi Orduevi’nde verdiği resepsiyonun da protokol kuralları vardı. Koyu renk, smokin, papyon vs.
Çoğu kişi papyonu sevmiyor ülkemizde. Giymemek için elinden geleni yapıyor. Kişisel tercihtir. Ancak kişinin gideceği yere ve zamana göre giyinmesi adab-ı muaşeret gereğidir.
Kraliçe II. Elizabeth için papyon takan Cumhurbaşkanı Gül’ün, Zafer Bayramı’nda da protokole uyması beklenirdi. Yapmadı. Niye?
Yapmaması konusunda, "Eşleri türbanlı olduğu için davet edilmeyen AKP’liler protesto için papyon takmıyorlar" gibi yorumlar duyuyorum. Sanmıyorum.
Ancak bu papyon meselesinden yararlanıp kafamdaki bir soruyu sizinle paylaşmak istiyorum.
Papyonlu Erbakan
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan kravat takıyorlar. Papyondan nefret ediyorlar. Bu durum sadece onlara özgü değil; AKP ve Milli Görüş çizgisinde olan İslamcılar papyonu sevmiyor.
Hatırlayınız, Necmettin Erbakan renkli, desenli, parlak kravatlar takardı. Ama Erbakan düğünü dışında hiçbir gün papyon takmadı.
Peki niye? Sonraki yıllarda neler yaşandı; kravata alışanlar papyona niye karşı oldu?
Mesele modernleşme ile hesaplaşma ise niye kravat takıyorlar?
Hadi kravatı zamanla benimsediler. Niye papyondan nefret ediyor; bir gece olsun takmıyorlar?
Dünün İslamcı aydınları; Mehmet Ali Ayni, İsmail Hakkı İzmirli, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Ahmet Avni Konuk, Süheyl Ünver, Hasan Reşad Sığındım, İsmet Binark vb. İslamcı aydınlar papyon severdi. Rufai Şeyhi Kenan Rufai papyon takardı. Sonra ne oldu?
Otuz Yıl Savaşları
İslamcıların kravat-papyon konusunda kafa karışıklığı yaşadığını söyleyebiliriz.
Bunu ortaya çıkarmak için, "Avrupa’nın iç savaşı" diyeceğimiz Otuz Yıl Savaşları’na (1618-1648) kadar gitmemiz gerekiyor. Çünkü:
Katolik ve Protestanlar arasındaki bu savaş, kravatın yaygınlaşmasına neden oldu. 1635’te savaşa para karşılığı katılan Hırvat askerlerin üniformalarında, bütün boynu sardıktan sonra aşağıya doğru sarkan püskülleri vardı.
Hırvat askerler Fransa’ya geldiklerinde bu boyun bağları çok beğenildi. Fransa Kralı XIV. Louis süslenmeye pek meraklıydı. Kravatı çok sevmesi, bu aksesuvarı krallığının simgesi haline getirdi. Ve kravat Fransız aristokratları arasında da moda oldu. Ve yeni bir sözcük doğdu: Cravate!
Fransızca bir sözcük olunca, doğal olarak yıllardır "Fransızca-Türkçe Sözlük" yazımıyla uğraşan Gazeteci Doğan Yurdakul’u aramak elzem oldu. Bugün giydiğimiz kıyafetlerin çoğunun adı Fransızcadan gelmekteydi çünkü.
Örneğin; cravate (dş.): boyun bağı, kravat eskiden Hırvat atlılarının boyunlarına bağladıkları fular. Kimi araştırmacılar, kravatın Fransızca’da Hırvat kelimesinin "Croater" olarak söylenmesinden ileri geldiğini söyleseler de, buna kimseler pek itibar etmiyor. Neyse bizim konumuz sözcüğün kökeni değil. Devam edelim:
Kravat Hırvatistan’da doğdu, Fransa’da gelişti ama onu dünyaya tanıtan İngilizler oldu. Sanayi devrimiyle birlikte İngilizler kravatı, modern erkek giysisinin en önemli aksesuvarı haline getirdi. Kravat zamanla toplumsal hayatın içine iyice nüfuz etti. Beyaz kravatı muhafazakár, siyah kravatı liberaller ve kırmızıyı devrimciler taktı.
19. yüzyılda Fransız yazar George Sand kravatı feministler arasında moda yaptı. Artık kadınlar da kravat takıyordu. Ancak pek yaygınlaşmadı.
Kravat takan padişah
Gelelim papyona...
Papyon dilimize aynı kravatta olduğu gibi Fransızcadan geldi: Papillon, kelebek anlamındaydı. Noeud papillon: papyon kravat.
Papyonu moda haline getiren ünlü İngiliz şair Lord Byron (1788-1824) idi. Ulusal bağımsızlık savaşlarının gönüllü savaşçısı Lord Byron, kolasız ve iliklenmemiş gömleğine taktığı papyonla kravatın hákimiyetine geçici olarak son verdi. Papyon özellikle dünya entelektüelleri arasında hayli taraftar buldu.
Bu bilgilerden sonra kravat ve papyonun bizim topraklarımızdaki seyrine bakalım.
Kravat Osmanlı’ya 19. yüzyılda geldi.
Bu yüzyıl bildiğiniz gibi Osmanlı’da modernleşme sürecinin/çabalarının başladığı dönemdi. Batı’nın uygar hayatı Osmanlı’ya adab-ı muaşeret olarak yansıdı.
Kravatı ilk takan padişahın Sultan Abdülmecid olması da rastlantı değildi. Sultan Abdülmecid, Batı modernizmine hayrandı.
Eh padişah takar da tebaası durur mu? Önce aydınlar, sonra bürokratlar kullanmaya başladı.
Kravat, Osmanlı okumuşları arasında pek sevilirken, mutaassıp çevreler tarafından dışlandı. Onlara göre kravat "medeniyet yuları"ydı.
Medrese çevresi, gávurluğun sembolü gördükleri kravata mesafeli durdular. Bu karşı koyuşu, Batı’yı tamamen reddetmeyen Mehmet Akif Ersoy gibi aydınlar yıktı. Ve İslamcılar zamanla bürokrasi içinde yer almaya başladıkça kravatla tanıştılar. Bu tabii özellikle Cumhuriyet döneminde oldu.
Ancak bugün bile kravata karşı olan radikal İslamcılar var:
Örneğin, bizdeki Abdurrahman Dilipak gibi, İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad da kravat takmıyor. Ona göre, kravat Batı’nın simgesi!
Peki kravat takmayan Ahmedinejad neden Batı’nın diğer giysilerini giyiyor?
İran Cumhurbaşkanı kravat takmıyor, ama ceket, pantolon, gömleği reddetmiyor.
Aslında protesto etmesi gerekeni giyiyor!
Takım elbise 16. yüzyılda İspanya’da ortaya çıktı. Hem de, Müslümanları ve Yahudileri topraklarından kovan İspanya Katolik Krallığı’nın hüküm sürdüğü bir dönemde!
Kravatı protesto eden Ahmedinejad, despot Katolik İspanya Krallığı’nın resmi kıyafetini giyiyor!
Neymiş; küçük şahsiyetler, kişilerle uğraşır; vasat şahsiyetler, olaylarla/şekillerle uğraşır; büyük şahsiyetler, fikirlerle uğraşır.
Pantolon giyene dayak
Osmanlı’da takım elbise Tanzimat döneminden sonra giyilmeye başlandı. Kolay da olmadı. Sultan II. Mahmud, saray görevlisi Hüsnü ve Avni ağaları pantolon giydirip halkın tepkisini öğrenmek için çarşıya gönderdi. Güvenlik güçleri, Hüsnü ve Avni ağaları halkın elinden zor aldı!
Takım elbise aşama aşama giyildi.
Örneğin, İstanbullu terzilerin "buluşu" İstanbulin vardı. Tanzimat’ın resmi kıyafeti İstanbulin oldu.
İstanbulin’in göğsü tamamen kapalı olduğundan kolalı gömlek, yaka ve kravat olmadan da giyilebiliyordu. Bu aksesuvarlarla birlikte giyilene "redingot" denildi. Sultan II. Abdülhamid döneminde redingot yaygınlaştı. Ancak bu kıyafetle abdest almak zor olduğu için bunu giyenlere "beynamaz" adı verildi.
Uzatmayayım: Bunların hepsi tarihte kaldı. Artık Türkiye’de hemen herkes takım elbise giyiyor. Kimse de yadırgamıyor. Kültürel nedenlerden dolayı kravat takmayanlar var kuşkusuz.
Benim meselem Ahmedinejad gibi kravatı Batı’nın simgesi görüp olayı siyasallaştıran çevrelerle. Nereden baksanız komik.
Çünkü bu çevreler, çarık giymeyip Fransa’da ortaya çıkan iskarpin (escarpin) giyiyorlar. İtalya’nın insanlığa armağanı pantolonu üzerlerinden hiç çıkarmıyorlar. Artık pantolon içine külot giymeyen yok herhalde.
Gömleğin anavatanı pek belli olmamakla birlikte 1500’lerde Batı Avrupa’da giyildiği biliniyor. Tişörtün Türkiye’ye 1970’lerde geldiğini çoğumuz biliriz. Kimsenin gömleğe ve tişörte bir itirazı yok. Varsa yoksa kravat ya da papyon düşmanlığı!
Sakalsızı saymamışız
Osmanlı’dan günümüze şekilciliğe büyük değerler yüklemişiz. Kıyafetlerle ilgili sürekli fermanlar çıkarmışız. Peçe, ferace, çarşaf, manto, kavuk, fes giyilmesi hep tartışma konusu olmuş. Feracenin, fesin rengi, püskülü için nizamnameler çıkarmışız. 1909’da erkeklerin entari giymesini yasaklamışız.
Sadece kıyafet mi? 1831’de Osmanlı’nın gerçek anlamda ilk nüfus sayımında sakalsızları saymamışız! Sakalını kesen Ahmet Rasim’i, Şinasi’yi saraya jurnal etmişiz. Neler neler...
Etek, kazak, hırka, palto, manto, kaşkol, şal, eldiven, şemsiye, baston, düğme, fermuar vesaireyi bize nereden geldiğine bakmadan kullanıyoruz. Hiçbirine simge, sembol demiyoruz. Doğru da yapıyoruz, artık günümüzde bunları tartışmaya gerek var mı?
1750’lerde ortaya çıkan fraka ve 1890’da ortaya çıkan smokine bazı çevreler niye bu kadar karşı? Anlamak zor. AB’ye girince mi giyecekler?
Diyeceksiniz ki modernleşmeye/medeniyete karşılar! Sanmıyorum. Çünkü diğer Batı medeniyeti aksesuvarlarını giyiyorlar! Aczmendi Şeyhi Müslüm Gündüz gibi giyineni pek yok. Var mı?
Kafamdaki sorunun yanıtını bulmakta zorlanıyorum.
"Feodal/köylü İslam, şehirli İslam’ı esir aldı" deme kolaycılığına kaçmak istemiyorum. Sosyolojik bir olguyu anlamaya çalışıyorum; yoksa kimsenin ne giydiğiyle pek ilgilenmiyorum.
Melami şeyhi bir bilim kadını
Prof. Amiran Kurtkan Bilgiseven
AYŞE Böhürler adını hiç duydunuz mu?
AKP MKYK Üyesi.
Yeni Şafak Gazetesi köşe yazarı.
TV yapımcısı. Yazar.
Ayşe Böhürler geçtiğimiz hafta bir TV programında, Türkiye’de türbanın artık moda haline getirildiğini söyleyerek mealen şöyle konuştu:
"Türban moda haline getirilerek içeriği boşaltıldı. Ve ne yazık ki böylece de türban saygınlığını yitirdi. Başörtüsü takıldığı zaman sanılıyor ki bütün günahlardan arınılıyor, her şey mübah sanılıyor. Ne kadar yanlış. İşin özünde, iyi bir insan olmak yatmalıdır. Başörtüsü takmayan bir kadın, başörtülü bir kadından daha dindar olabilir."
Ayşe Böhürler okuduğum, öğrendiğim bir yazar.
Ancak son sözleri beni biraz şaşırttı açıkçası. Demek bazı çevrelerde, başı açık kadınlar pek Müslüman sayılmıyor! Cahillik bu kadar her yanı sardı mı?
Hepsi İslam dininin aydınlık yüzünü insanlara götürmek için yıllarca çabaladı. Kitaplar yazdılar, seminerlerde konuştular, vakıflar kurdular.
İslam’ı dünyaya anlatan Cemalnur Sargut, başörtülü bir kadından daha mı az Müslüman şimdi? Kafalarda artık bir kıyas var demek!
Profesör Amiran Kurtkan Bilgiseven’in de başı açıktı. Aynı zamanda bir Melami şeyhiydi.
Bilim kadınıydı; din sosyolojisi konusunda dünyadaki birkaç isimden biriydi.
Hocaların hocasıydı; Prof. Enis Öksüz, Prof. Zekeriya Beyaz gibi tanınmış isimleri yetiştirdi.
Prof. Bilgiseven’in hayatı tam da soyadına yakışıyordu.
1926 İstanbul doğumluydu. Kandilli Kız Lisesi’ni bitirdikten sonra 1947 yılında İktisat Fakültesi’nden mezun oldu. Bir süre özel sektörde ve İstanbul Defterdarlığı’nda muhasebeci olarak çalıştı. Ama isteği üniversitede bilim yapmaktı.
Başardı da; 1956 yılı sonlarında İktisat Fakültesi’ne sosyoloji asistanı olarak girdi. Prof. Dr. Z. Fahri Fındıkoğlu’nun asistanlığını yaptı.
1960’ta doktora ve 1965’te doçentlik sınavlarını verdikten sonra 1970’te profesör oldu.
Eserlerinde bilim-din bütünleşmesinin somut örneklerini verdi. Tercüme yapmadı, kaynaklarını bu topraklarda aradı. Bu nedenle ülke gerçeklerinden kopmadı.
İyi yazardı; güzel konuşurdu. Sadece sosyoloji konferanslarında konuşmazdı.
Melami şeyhiydi. Yakın çevresiyle dost sohbetleri yapardı.
Bazı konular üzerinde ısrarla dururdu:
Müslüman kadınlarının ezilmesine karşı çıkardı. Kafasında öyle ne başı açık, ne de başı kapalı kadın tipi vardı. Ortada böyle soru bile yoktu.
İslam’da dört kadın tezine şiddetle karşı dururdu.
Tasavvuf ve laikliğin nasıl iç içe olduğunu anlatırdı hep.
Türkiye’de sosyal çözülmelerin çok büyük tehlikelere neden olacağını ilk o saptadı. Alevi-Sünni ayrılığının tehlikesine işaret etti sürekli.
Etnik ve dini bölücülük karşısında dikkatli olunmasını istedi.
İslami kavramların içinin boşaltılmasına savaş açtı.
Prof. Bilgiseven’in "ne kadar inançlı" olduğunu kim sorgulayabilir?
Yıl 2008.
Ne Münevver Ayaşlı, ne Samiha Ayverdi, ne de Amiran Kurtkan hayatta.
Artık bu isimleri bilen de pek yok.
Sadece Ayşe Böhürler gibi bir iki istisna yazar sık sık uyarmak zorunda kalıyor çevresini: "Başı açık kadınlar da Müslüman’dır, dindardır."