Başbakan Erdoğan, metrobüs hattının açılışında bir pankartla karşılandı: "Son Osmanlı Padişahı I. Recep Tayyip Erdoğan!" Başbakan Erdoğan’ın ailesinin Osmanlı Sarayı ile bir ilgisi var mıydı?
Dede Bakatalı Tayyip, Rize’de İttihatçıların fedaisi miydi? Karadeniz’deki Ermeni ve Rum tehcirinde görev aldı mı? Savaşta nasıl ortadan kayboldu?Bakatalı Tayyip’in bilinmeyen hikáyesi.
TARİH, 8 Mart 1916.Ruslar, Rize’yi işgal etti.Yöre halkı evini, bahçesini, hayvanını bırakıp Trabzon’a doğru kaçmaya başladı.
Ruslara en büyük yardımı Karadeniz’deki Rum ve Ermeni çeteler yaptı.
İki yıl önce İstanbul’dan Rize’ye gelen ve buradaki yerli halkın katılımıyla gücünü artıran Teşkilat-ı Mahsusa fedaileri, bu kez işgalci güçlere karşı çete savaşı vermeye başladı.
Bu İttihatçı fedailerin arasında yörede "Bakatalılar" olarak bilinen aileden kimseler var mıydı?
Teşkilat-ı Mahsusa
Tarih, 17 Kasım 1913.
Ayrılıkçı çetelerle, onların yöntemlerini kullanarak gayri nizami harp yapmak amacıyla paramiliter Teşkilat-ı Mahsusa kuruldu.
Teşkilat, Harbiye Nezareti’ne bağlıydı. Beş kişilik çelik çekirdek yönetim kadrosu vardı:Dr. Nazım, Dr. Bahaeddin Şakir, Yüzbaşı Atıf (Kamçıl), Binbaşı Süleyman Askeri, Emniyet Müdür Muavini Cemal Azmi.
Başkan, Süleyman Askeri idi.
Teşkilatın iki birimi vardı: Harici ve Dahili.
Harici bölüm, düşman topraklarına gerilla tipi akınlar yapmak, cephe gerisinden sızarak sabotaj eylemleri düzenlemek, düşman hakkında istihbarat toplamak, propaganda yapmak.
Dahili bölüm ise, yurtiçinde asayişi sağlamak, mahalli güçleri örgütlemek, propaganda yapmak.
Sadece askerler değil siviller de -Mehmet Akif’ten (Ersoy) Said-i Nursi’ye, İzmir’de ilk kurşunu atan Hasan Tahsin’den şair Mehmet Emin’e(Yurdakul) kadar- gönüllü olarak teşkilata katıldı.
Her kesimden ve görüşten insanı tek yüksek hedef birleştirmişti: Vatanı savunmak! Bu nedenle Kafkasya’dan Hindistan’a, Avrupa’dan Arabistan çöllerine kadar; sonuçta ömrünü çoktan tamamlamış bir imparatorluğu yeniden diriltmek için öldürdüler, öldüler, esir düştüler.
Tarih, 1 Kasım 1914.
Ruslar, karadan ve denizden Karadeniz’e harekáta başladı.
Rus donanması Karadeniz kıyılarını bombalarken, kara ordusu Artvin’i işgal etti.
Aynı günlerde Teşkilat-ı Mahsusa fedaileri İstanbul’dan Karadeniz’e geldi ve merkezi Trabzon’da bulunan Lazistan Müfrezesi Komutanlığı kuruldu. Bölgedeki neredeyse tüm erkekler silah altına alındı.
Kimler yoktu ki gönüllüler arasında; Tuzcuoğlu Memiş Grubu, Basaoğulları, Alemdaroğulları, Sipahioğulları, Mataracılar vs.
Bakatalı Tayyip bunlar arasında mıydı? Bilinmiyor!
Ermeniler kurmayı düşündükleri Büyük Ermenistan sınırları içine Doğu Karadeniz’i katmak istiyorlardı. Rumlar da Ermenilerle ittifak halindeydi.
Savaş sırasında Rus ordusuna destek veriyor, cephe gerisinde ayaklanma çıkarıyorlardı.
Trabzon vilayeti salnamesinde merkez, Canik, Rize ve Gümüşhane’de 50 bin 233 Ermeni vardı. Hepsi değil ama önemli bir bölümü iç bölgelere tehcir edildi. Ancak göç yollarında saldırılar, hastalıklar ve nakliye araçlarının olmaması yüzünden binlerce Ermeni öldü.
Bu arada sadece Ermenilere tehcir yapılmadı. 16 Haziran 1916’da eli silah tutan 15-50 yaş arasındaki Rumlar da Karadeniz’den uzaklaştırıldı.
Bu tehcir sırasında Bakatalı Tayyip görev yaptı mı? Bilinmiyor!..
Kahraman Laz uşakları
Ermeni ve Rum tehcirlerine rağmen, Sarıkamış’ta büyük kayıp veren Osmanlı Ordusu, Rusların Karadeniz harekátını durduramadı. Rus Ordusu, Trabzon’a kadar yaklaştı.
Teşkilat-ı Mahsusa müfrezelerinin mevcudu bin kişiye kadar düştü. Bu fedailerin de tek yapabildikleri; Rus askerlerinin kıyafetlerini giymek ve içlerine sızıp eylem yaparak Rusları durdurmaktı.
Rizeli Pekmezli Köyü’nden Serdümen Recep, Çakıroğullu İsmail Ağa, İkizdereli Süleyman Sırrı,Mataracı Mehmet, Pazarlı Talatorzade Fevzi, Rizeli Lazoğlu Mustafa, kahramanlıklarıyla örnek oldular.
Rusya’daki Bolşevik devrimi sonucu Ruslar çekilmeye başladı.
Fakat Ermenilerin Karadeniz’i bırakmaya hiç niyeti yoktu. Teşkilat-ı Mahsusa ile aralarında kanlı çarpışmalar oldu. Rize, 2 Mart 1918’de kurtarıldı.
Bakatalı Tayyip kayıptı...
Bakatalı Tayyip kayıp
Potamya; Rize’nin Güneysu İlçesi’nin Osmanlı dönemindeki adıydı.
İlçeye bağlı Tepebaşı (Singaz) ile Dumankaya (Pilihoz) köylerini birbirinden ayıran ve "Ayane Dağı" olarak bilinen tepede, Rus işgalinden kalma çadır direkleri bugün hálá mevcuttur.
Başbakan Erdoğan’ın baba tarafı Pilihozludur.
Babası bu köy doğumlu; Ahmet Erdoğan.
Dedesi Bakatalı Tayyip.
Kafkasya’dan geldikleri söyleniyor. Başbakan Erdoğan’a göre Gürcüler.
Yöre halkına göre Bakatalılar, Çeçen ya da Çerkez.
Bakatalı Tayyip hakkında hemen hemen hiç bilgi yok.
Çünkü Birinci Dünya Savaşı’nda kayboldu.
Bir iddiaya göre köylülerle girdiği cami kavgasında köylüler tarafından öldürüldü.
Rize’deki çarpışmalar sırasında şehit düştüğü de söyleniyor. Düzenli orduda mı görev aldı; yoksa Teşkilat-ı Mahsusa müfrezelerinde mi yer aldı, pek bilinmiyor.
İttihatçı fedailere katıldığı yorumları da yapılıyor.
Dedesi konusunda Başbakan Erdoğan da -belki de sorulmadığı için- bugüne kadar hiç konuşmadı.
Başbakan’ın biyografisini anlatan kitaplarda da Bakatalı Tayyip’in adı yok.
Pilihoz Köyü’ndeki sarp kayaların olduğu tepenin en üstü, Ruslarla çarpışarak ölenlerin anısına "Şehitlik" adıyla bilinmektedir.
Kim bilir Bakatalı Tayyip de isimsiz kahramanlardan biridir.
Kayıp Bakatalı Tayyip, arkasında dul bir eş ve bir oğul bıraktı; Ahmet.
Küçük yaşta babasız kalan Ahmet’i, bir iddiaya göre amcası, bir diğer iddiaya göre üvey babası Molla Yunus büyüttü.
Molla Yunus seferberlikte askere alınmadı; anlatılanlara göre, bunun sebebi çevrede eli kalem tutan eğitimli tek kişinin o alması.
Bakatalı Tayyip pek anımsanmasa da Molla Yunus ilçede tanınmış biri. İlginç bir karakter:
Gerek Osmanlı döneminde İttihatçılara ve gerekse milli mücadele döneminde Kuvayı Milliye’ye destek veren Molla Yunus’un, Cumhuriyet devrimlerinin halk tarafından anlaşılması ve benimsenmesinde de önemli katkıları olduğu dile getiriliyor. Keza Rize’de Latin harflerini ilk öğrenen ve halka öğreten kişi olarak anılıyor. Rize’deki şapka devrimine karşı çıkan yobazlara karşı duruşuyla hatırlanıyor.
Ahmet Erdoğan genç yaşında aynı köyden Fatma Hanım ile evlendi. 1929’da oğlu Hasan, bir yıl sonra da ikinci oğlu Muhammed dünyaya geldi.
Ahmet Erdoğan, ailesini köyde bırakıp İstanbul’a göçtü. Bütün göçmen Rizeliler gibi denizcilik yaparak hayatını kazandı. İstanbul’da Tenzile Hanım’la ikinci evliliğini yaptı. Bu evlilikten de iki oğlu, bir kızı oldu; Mustafa, Vesile ve "Son Osmanlı Padişahı I. Recep Tayyip Erdoğan!"
Berlin’de unutulan iki mezarı kim getirecek
TALAT Paşa’nın Berlin’de öldürülmesinin üzerinden 13 ay geçmişti...
Said Halim Paşa’nın Roma’da vurulmasının ardından ise 4 ay...
Tarih, 17 Nisan 1922.
Yer Berlin...
İttihatçı Dr. Bahaeddin Şakir, eşi Cenan Hanım, Talat Paşa’nın dul eşi Hayriye Hanım, eski Trabzon Valisi Cemal Azmi, eşi Müzeyyen Hanım, oğlu Kemal Ekmel’in nişanlısı, annesi ve Resuhi Bey gece misafirlikten dönerken Ermeni teröristlerin saldırısına uğradılar.
Dr. Bahaeddin Şakir ve Cemal Azmi şehit oldu.
Tıpkı Talat Paşa gibi onların naaşı da İstanbul’daki İngilizci hükümet tarafından istenmedi.
Yıllar sonra Adolf Hitler, Türk-Alman ilişkilerini kuvvetlendirmek için özel bir jest yapıp Talat Paşa’nın naaşını 25 Şubat 1943’te Türkiye’ye gönderdi.
Bahaeddin Şakir ile Cemal Azmi’nin mezarı ise bunca yıla rağmen Berlin’de unutuldu gitti.
Tıpkı Ömer Naci’nin mezarının Kerkük’te unutulduğu gibi.
Tıpkı ilk Türk hava şehitlerinin mezarlarının Şam’da unutulduğu gibi.
Tarih, 27 Haziran 1926.
"Ermeni Suikast Komiteleri Tarafından Şehit Edilenlerin Ailelerine Verilecek Emlak ve Arazi" hakkında yasa çıktı.
Talat Paşa’nın eşi Hayriye Hanım; Dr. Bahaeddin Şakir’in eşi Cenan ve oğulları Alp ile Celasin; Cemal Azmi’nin eşi Müzeyyen Hanım ve oğlu Yüzbaşı Kemal Ekmel ve diğer şehitler yasadan yararlandırıldı.
İsimlerini Ziya Gökalp’in, soyadlarını Atatürk’ün verdiği Alp Erk ve Celasin Erk ile anneleri Cenan Hanım’a İstanbul Osmanbey’de dört katlı bir ev verildi.
Cenan Hanım bu dört katlı evinin alt katlarını kiraya vererek çocuklarını büyüttü. 1937’de Cenan Hanım vefat edince bu bina Emniyet Sandığı’na olan bir ipotekten dolayı satıldı.
Ve bu bina sonra ne oldu dersiniz; Ermeni Okulu!
Ermeni teröristlerin Dr. Bahaeddin Şakir ve Cemal Azmi’yi öldürmelerinin nedeni belliydi.
Ermeni tehciri sırasında Cemal Azmi, Trabzon Valisi’ydi.
Dr. Bahaeddin Şakir ise Teşkilat-ı Mahsusa’nın Doğu Bölgesi sorumlusuydu.
Her ikisi de binlerce Ermeni’nin ölümünden sorumlu muydu? Bu konuda tek belge yoktur.
Sadece 8 Mart 1919’da kurulan Divan-ı Harbi Örfi’nin verdiği gıyabi tutuklama kararı vardır. Yargılanmamışlardır. Mahkeme, Almanya’ya kaçmış olan Dr. Bahaeddin-Cemal Azmi gibi İttihatçıları Almanya’dan resmen istedi. Fakat Alman hükümeti, mahkeme kararının siyasi olduğunu öne sürerek bu isteği reddetti.
Suçlu-suçsuz tartışmaları-polemikleri günümüzde hálá sürüyor. Sürmelidir de.
Ancak bu tartışmalar sürerken, Dr. Bahaeddin Şakir’in iki kimsesiz Ermeni çocuğunu evlatlık alıp İstanbul’a getirdiği de gözden kaçmamalıdır. Bu çocuklardan biri İstanbul Filarmoni Orkestrası’nda yıllarca görev yapmıştır.
Her şeyi tartışalım. Sorulardan korkmayalım.
Ama bu arada Ermeni teröristler tarafından şehit edilen Dr. Bahaeddin Şakir ve Cemal Azmi’nin Berlin’deki mezarını getirelim.
Kızsak da, sövsek de, sevsek de onlar bizim tarihimiz.
ANALİZ
Cumhuriyet mitinglerine niye düşmanlar
ÜZERİNE basa basa yazıyorum:
Ermeni tehciri sırasında yapılan katliamlar bizim tarihimizin yüz karasıdır. Bunun hesabı görülmelidir. Böylece Temmuz Devrimi (II. Meşrutiyet) üzerindeki gölge kalkmalıdır.
Bazı liberal aydınlar, son dönemde konuyu İttihatçılar ve Kemalistlerle hesaplaşma noktasına getirmek istemektedir.
Oysa bilinir ki, İttihatçılar ve Kemalistlerin ayrı yönleri çoktur.
Ama ısrarla, sistematik bir şekilde aynı/benzer gösterilmeye çalışmaktadırlar. Neden?
Aslında mesele salt bizim topraklara özgü değildir. Küreselleşmeyle ilgilidir.
Ülkemizde her yeni gibi görünen "düşünce", ne hikmetse önce Batı’da doğar, sonra bizim "tercüme yazarlarımız" tarafından ülkemize ulaştırılır.
Bugün fikir hayatımızda estirilen "düşünce terörü"nün benzerini Fransızlar da yaşadı.
20 yıl önce Fransa’da 1789 İhtilali’nin 200. yılı nedeniyle sert tartışmalar oldu. Sözde tartışmanın özü, "despotizme karşı demokrasi"ydi!
"Demokrasi"den ne kastedildiği muğlak olsa da, "despotizmin" ne olduğu belliydi: Jakobenizm!
Bir siyasal hareket hangi koşullarda doğmuş, nasıl örgütlenmiş ve neyi hedeflemiş gibi soruların tartışılması gerekirken, aynı Türkiye’de olduğu gibi Fransa’da da, devrimlere karşı toptan bir karalama kampanyası başlatıldı.
Bunun öncüleri ABD’li neo-conlar ve onların takipçileri Avrupalı liberaller ile yeni solculardı.
Bugün bizde Enver Paşa’lar, Mustafa Kemal’ler nasıl yerin dibine batırılmak isteniyorsa; dün Fransa’da Robespierre, Danton, Marat da, tarihi referanslar aranmadan, sadece ideolojik sloganlara indirgenerek karalamalara maruz bırakıldılar.
20 yıl önce Fransız medyasında ne varsa bugün Türkiye medyasında o tartışma var! Maksat aynı; "demokrasi" sözcüğüne sığınarak, tarihsel birikimler konusunda sürekli demagoji yapmak. Kafaları karıştırarak devrimci ruhu öldürmek. Başkaldırma düşüncesini yok etmek. Tarihte gelinen son noktanın, neo-liberalizm olduğunu beyinlere şırınga etmek!
Bu nedenle neo-liberaller, Jakobenliği şiddet kullanarak kurulmuş tüm keyfi diktatörlüklerin adı haline getiriveriyor. "Saddam da cumhuriyetçiydi" sözünün nereden çıktığını sanıyorsunuz?
Amaç belli; aydınlanma idealleri unutturulmak isteniyor. Jakobenlerin baş sloganı "cumhuriyetçilik" bu nedenle hedef alınıyor. Türkiye’deki Cumhuriyet mitinglerinin suç haline getirilmesi çabası bunun sonucudur.
Muhalefet edenlerin "darbeci" gösterilmeleri bunun sonucudur.
Ve bu nedenledir ki, bugün Jakoben/devrimci/Cumhuriyetçi olduğunu söylemek hayli cesur olmayı gerektirmektedir.