1980’lerde
"Bilgi Toplumu" kampanyası vardı! Bilgi fetişizmi yaşanıyordu. ANAP’lı bakanların dillerinden
"Bilgi toplumu olmalıyız" sözü eksik olmuyordu.
Ben o yıllar ANAP’ı takip eden muhabirim.
"Bilgi toplumu" meselesini tartışıp dururduk.
Benim tezim şuydu:
Salt bilgi; içine her şeyin doldurulduğu çuval gibidir.
Önemli olan bilgiyi analiz edebilmektir. Yorumlayabilmektir. Yani halk deyimiyle
"entel" değil, eleştirel bakış açısına sahip entelektüel olmaktır.
Güzel günlerdi onlar; kimse kimseyi aşağılamıyor, küstahça bir kibirlilik içinde davranmıyordu. Neyse...
Bu girişi niye yaptım?
Genelkurmay Başkanı Orgeneral
İlker Başbuğ, Ergenekon konusunda açıklamalarda bulundu.
"Kafası karışık" çok kişi
"aydınlandık" dedi.
Peki bu kişilerin kafası niye karışmıştı ki?
Verilen-sunulan her bilgi/haberi analiz edemedikleri için mi? Maalesef evet.
Orgeneral
Başbuğ’un konuşmasında benim ilgimi çeken konu Ergenekon değildi.
Orgeneral
Başbuğ’un bir sözü üzerinde düşündüm...
’Silah ordumuzun namusudur’Genelkurmay Başkanı Orgeneral
İlker Başbuğ, basın toplantısında
"Silah ordumuzun namusudur" dedi.
Orgeneral
Başbuğ’un hurdaya çıkmış mühimmatın kimler tarafından neden gömüldüğü sorusundan çok,
"Silah namusumuzdur" sözü üzerinde durmayı daha faydalı ve gerekli görüyorum.
Niye Türk askeri için silahı namusudur?
Fransız, İngiliz, Japon, Rus askerleri için silahı namusu değil midir?
Polemik için yazmıyorum bunları. Bilmiyorum.
Bildik-hamasi sözlerle açıklamayı yeterli bulmuyorum.
Aslında konuyu başka bir yere taşımak istiyorum.
Bizde tarih yazımı niye hep sefer ve kuşatmayla sınırlıdır?
Bu salt ilköğretim kitaplarına özgü değildir; üniversitelere de yansımıştır.
Birtakım liberal-dinci çevrelerin basmakalıp-ezberci
"Resmi tarih böyledir" gibi sözlerine de itibar etmemek gerekiyor. Bunu söyleyenlerin de farklı tarih yazımına pek rastlanmıyor aslında. Onlar da -ekranlarda gördüğünüz, gazetelerde okuduğunuz gibi- aslında
"resmi tarih argümanlarıyla-terminolojisiyle" konuşup yazmaktadır.
Aradığım bunlar değil.
Meselenin başka bir yanıyla ilgiliyim...
Sorular ve yanıtlarBizde, askeri tarih yazımı yoktur.
Örneğin, Osmanlı silah sanayii ve askeri teknolojisi hakkında sadece iki doktora çalışması ve iki çeviri kitap mevcuttur.
Oysa, devletlerin-uygarlıkların yükselişinde ve çöküşünde silah-mühimmat teknolojisinin gelişiminin, üretiminin büyük rolü vardır.
Ne yazık ki bu önemli olgu bizim tarih yazımında görülmez. Fetih ve kuşatmalardaki askeri teknoloji ve silahların önemi göz ardı edilir.
Bunun temel nedeni, tarih yazımında iktisadi olguların/faktörlerin yok sayılmasıdır.
Oysa...
Ortaçağın en önemli keşfi olan ateşli silahlar, derebeyliklerin/feodalitenin yıkılıp merkezi devletlerin/rönesansın kurulmasını hızlandırdı.
Ateş gücü yüksek gemiler Avrupa’nın sömürgeci olmasını sağladı.
Benzeri örnekleri yığınla verebiliriz.
Bırakın Avrupa’yı; biz hangi silahı, hangi mühimmatı hangi savaşta kullandığımızı bile bilmiyoruz. Ne çalışma yapılıyor ne de öğretiliyor.
Bizim yerimize Batılı tarihçiler araştırıyor;
"Osmanlılar ilk havan topunu İstanbul’un kuşatması sırasında Haliç’i kapatan düşman gemilerini vurmak için kullandı" gibi...
Hepsini Batılı tarihçilerden öğreniyoruz:
Osmanlı Ordusu ateşli silahlarla ilk ne zaman karşılaştı? Yeniçeri eline tüfenki ne zaman aldı? Ateşli silahları kullanmayı haysiyetine yediremeyen sipahiler oktan ateşli silaha hangi sancılı süreçle geçti?
Topçuluk alanındaki gelişmeler Osmanlı’ya hangi kapıları açtı? İlk tersanenin kurulmasıyla Aydın Menteşe beyliklerinin alınması arasında nasıl bir bağlantı vardı? Yuvarlak kıçlı gemiler yerine neden zamanla çektiri tipi uzun kadırgalar kullanılmaya başlandı?
Macarların
"Wagenburg"u nasıl
"tabur cengi" adını aldı?
Soru çok...
Osmanlı, Avrupa’da gördüğü yeni fikirlere, askeri savaş teknolojisine daima açık olmuşken, bunları hemen kavrayıp uygulama esnekliği gösterirken, 16. yüzyıl sonundan itibaren neden hantallaştı? Bunun dinsel gericileşmeyle ilgisi var mıydı?
İsim bilim açısından silah ve mühimmat adlarının Yunanca’dan ve Batı dillerinden gelmesi bile araştırma konusu olamaz mı?
Bu soruların üniversitelerde bile sorulmamasını akademik muhafazakárlaşmayla açıklayabilir miyiz?
Diğer yanda...
’Belge manyağı’Yukarıdaki soruların yanıtlarını bize veren/"öğreten" Batı ne kadar gerçekçidir?
Çünkü biliyoruz ki Avrupa’nın geleneksel tarih yazımı; benmerkezci, yüzeysel/kaba oryantalist değerlendirmeleri barındırmaktadır.
Ama, maalesef karşı tezi ileri süreceğimiz çalışmamız pek yok.
Çünkü bu konuyla ilgili akademik çalışmalara başlayacak bakış açılarına sahip değiliz. Analitik/çözümleyici bakamıyoruz.
Türkiye’de sosyal bilimler araştırıcılarını/akademisyenlerini
"belge manyağına" dönüştürdüler.
Belgeyi küçümsemiyorum ama belgeyi kullanacak-analiz edecek bakış açısını daha çok önemsiyorum.
Kuşkusuz askeri tarih yazımı konusunda teknolojik determinizm tuzağına düşmemek gerekir ama tarih yazımı için (ekonomi, diplomasi, coğrafya, siyaset, kültür vs. gibi) silah ve mühimmatın dönüştürücü özelliğini de göz ardı etmemek gerekir.
Avrupalı tarihçiler; savaşların gelişimini ilerlemeci bir bakış açısıyla değerlendiren; erken modern devletlerin oluşumuna ve devletler ile uygarlıklar arasındaki güç dengelerini ateşli silahların gelişimiyle açıklamaya çalışan
"Askeri Devrim Teorisi" gibi tezler üzerinde yıllardır çalışıyor.
David Hume’nun,
"Barut, feodal kaleleri ve sahiplerinin fikirlerini yok etti" sözlerini ya da
Johan Huizinga’nın,
"İnsan ruhunun yeniden doğması, ateşli silahların bulunmasıyla başlar" gibi hayli iddialı söylemlerini hararetle tartışıyor.
Biz ise zengin tarihsel kaynaklar/belgeler mevcut olmasına rağmen, askeri tarih literatürünü ihmal ediyoruz.
Ateşli silahların tayin ediciliği konusunda bir iki akademik çalışma dışında hiçbir şey söylenmiyor, yazılmıyor.
Tek bildiğimiz/yaptığımız beylik sözlerden ibaret.
’Bağımlılık teorisi’Orgeneral
Başbuğ’un açıklamasında konumuz açısından üzerinde durulması gereken iki bilgi daha vardı:
Birincisi; MKE’nin ürettiği el bombalarının bir kısmının yurtdışına satılması.
İkincisi; Lice’de şehit olan 9 Mehmetçiği taşıyan M-113 zırhlı personel taşıyıcının ABD’den ithal edilmesi.
Batı savaş tarihçiliğinde tartışılan bir konu da
"bağımlılık teorisi"dir.
Bu bizde nedense hep 1974 Kıbrıs Savaşı’ndan sonra ABD’nin uyguladığı ambargo örneğiyle dile getirilir. Oysa bunun tarihsel kökü derindedir.
Osmanlı’nın gerileme döneminin önemli nedenlerinden biri de; yerli üretimini öldürüp, savaş teknolojisindeki gelişmeler konusunda Batı’ya bağlı hale gelmesidir.
Gemi yapımı, top dökümü, güherçile ve barut imalatı konusunda zengin kaynaklara sahip olan Osmanlı zamanla bakır, demir, kurşun ve barutu ithal etmeye başladı. Ve her geçen yıl bunun miktarı arttı.
Ayrıca teknolojiyi üretememesi üzerine, ordunun gereksinimini karşılayacak silah sanayiini kuramadı.
Örnek vermeliyim: 18. yüzyılda Osmanlı barut tedariki konusunda can alıcı sorunlar yaşıyordu. Sultan
III. Selim barut üretiminin yeniden örgütlenmesi ve modernizasyonu için 1791’de Venedikli bir maceraperestin oyununa geldi. Topçu uzmanı olduğunu söyleyen bu uyanık Yeşilköy’de bir barut fabrikası inşa etmek için padişahtan yüklü bir para kopardı!
Sonuçta...
Orgeneral
Başbuğ’un basın toplantısı Türkiye’deki büyük bir sorunu gözler önüne sermiştir: Askeri tarih yazımı konusunda çalışma yapılmamaktadır.
Aslında bu bakış açısı eksikliği gazetecilere de sirayet etmiştir. Silah ile mühimmat farkının bilinmemesinin nedeni, bu tarihsel olgunun hep göz ardı edilmesinde yatmaktadır.
’Silahlar TSK’ya ait değil’
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, Ergenekon soruşturması kapsamında bugüne kadar bulunan 45 adet silahın Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ait olmadığını söyledi. Başbuğ ayrıca, el bombalarına sadece TSK’nın değil Emniyet Genel Müdürlüğü’nün de sahip olduğunu belirtti.
Mozart-Beethoven yaşasaydı Fazıl Say gibi davranırdıCUMHURİYET mitingleri yine gündemde.
Gündemde olmasının nedeni, 17 Mayıs’ta tekrarlanacak olması.
Bazı liberal yazarlar, Cumhuriyet mitinglerine katılan kentli-orta ve yukarı sınıfın evrensel değerleri yitirdiğini söylüyor. Bunlara göre mitinge katılanlar
"ulusal cinnet" geçirenler!
Benzer küstah sözleri ünlü piyanist
Fazıl Say için de yazdılar.
"Ulusal cinnet" sözünü edenlerin edepsizliği bir yana; asıl yapmak istedikleri sürekli kafa karışıklığı yaratmak.
Kasıtlı olarak ulusalcılığı şovenistlik anlamında kullanıyorlar.
Aslında biliyorlar ki, ulusal anlatımla evrensellik arasında bir karşıtlık yoktur.
Örneğin, Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ya da 1789 Fransız Devrimi’nin İnsan Hakları Bildirgesi hem ulusal hem de evrenseldir.
Ulusalcılığın, hemen herkesin üzerinde kabul göreceği açıklaması şudur:
19’uncu yüzyılda Avrupa’da sanayileşmenin getirdiği yeni ekonomik sistem, feodal yapıya dayalı eski toplumsal düzeni yıkarak özgürlükçü bir anlayışı getirdi. Bunun doğal sonucu olarak ulusal bilinç uyandı. Bu siyasete olduğu gibi sanata da yansıdı.
Sanatı belirtmemin nedeni
Fazıl Say gıyabında Cumhuriyet mitinglerine katılanlara destek çıkmak.
Klasik müzik nedir?
Klasik müzik uygarlıktır, Batılılık ölçütüdür.
Şimdi ulusalcılık ile klasik müzik ilişkisine bakalım.
Klasik müziğin dehaları;
Haydn, Handel, Mozart, Beethoven ulusalcıydı.
Hepsi aydınlanma bilincine sahipti.
1789 Fransız Devrimi’ne yol açan toplumsal olayların tutuşturduğu bir dönemde yaşamışlardı.
Devrime inanıyorlardı, devrime bağlıydılar.
Ama bu onları ulusal duygularından yoksun bırakmadı.
Mozart 1783’te yazdığı mektupta şöyle yazıyordu:
"Benim için daha fazla sıkıntı anlamına gelse de, Almanca operayı yeğliyorum. Her ulusun kendi operası var, Almanya’nın da niye olmasın?"
Peki
Beethoven?1806’da yazdığı mektubunda açıkça
"Alman yurtseveri" olduğunu yazmaktan çekinmiyordu. Bunları yazan
Mozart, Beethoven şovenist miydi?
"Ulusal cinnet" mi geçiriyordu?
Hayır.
Üstelik hiçbir şey onları insanlığın zorbalığı yendiği ateşli mücadeleye övgüler düzmekten alıkoymadı.
Evrensel değerler üretmesine engel olmadı.
Onlara göre sanatçı
"ulusun öğretmeni"ydi. Önderiydi.
Yaşamlarında bunu gösterdiler.
Emredilen müziği bestelemek ve bunu ekselansları dışında kimseye çalmamak gibi
"kölece sözleşmelere" karşı durdular.
Aristokrasiye karşı duygularını dile getirmekten çekinmediler.
Toplumsal yaşamdan, onun dertlerinden, üzüntülerinden ellerini çekmediler.
Mücadeleciydiler. Korkusuzdular.
Mozart 1781’de Başpiskopos’un hizmetinde olmadığını açıklayacak kadar cesurdu.
Beethoven, ulusal şair
Goethe’ye hayrandı ama onun soylular önünde dalkavukluk yapmasını kıyasıya eleştirmekten de geri durmadı.
Halkın değerlerine saygılıydılar. Eserlerinde halk öğeleri kullanmaya özen gösterdiler. Seçkinler arasında yaşamış
Mozart, dans salonlarında çalınan danslar bile besteledi. Sıradan (
Zerlina, Susana, Despina gibi) köylü kadınları üstün nitelikli insanlar olarak yansıttı. Ulusalcıydılar; ama Türk ya da Çigan müziği motifleri kullanmaktan çekinmediler.
Uzatmayayım. Bugün yaşasalardı
Mozart da,
Beethoven da
Fazıl Say gibi konuşur, yazardı, hiç kuşkunuz olmasın.
Makalemize Orgeneral
Başbuğ’un sözleriyle başladık, emekli Orgeneral
Aytaç Yalman’ın yazdıklarıyla son verelim:
"Atatürk çoksesli müziğin bir topluma nasıl dinamizm getirebileceğini, Balkan Savaşı’ndaki yenilgiyi, operanın olmayışına indirgeyecek ölçüde biliyor, bu yüzden de müzik devrimini, yaptığı bütün devrimlerin özü sayıyordu."
Bugün böylesine büyük bir devrimciyi her fırsatta karalamaya çalışıyorlar.
Savunucularını ise
"ulusal cinnet" geçirmekle itham ediyorlar.