Paylaş
LÜBNAN kökenli Fransız yazar Amin Maalouf “Çivisi Çıkmış Dünya/Uygarlıklarımız Tükendikçe” adlı deneme eserinde dünyayı kaosa sürükleyen olayların analizini yaptı:
“ABD, Endonezya maden ocaklarının ulusallaştırılmasına, Jakarta’nın Pekin ve Moskova’yla kurduğu ilişkilere öfkelenip, bu konularda elinden geleni ardına koymamaya karar vermişti.
Sonuçta kesin bir başarı elde ettiler. Ayrıntıları ancak yıllarca sonra öğrenilebilen müthiş bir oyunla, komünistler ve solcu ulusalcılar kanun kaçağı olarak görülmeye başlandı; üniversitelerde, yönetim merkezlerinde, basında, başkentin mahallelerinde, hatta en ücra köylerde bile bunların birçoğu tutuklanıp öldürüldü...
Bu sıkıntılı dönemin sonunda, o zamana kadar dünyadaki en hoşgörülü din anlayışı olmakla ün salan Endonezyalıların Müslümanlık anlayışı, bütünüyle değişti. Toplumun laikleştirilmesi perspektifleri ortadan kaldırılmış, komünizm tehlikesine karşı verilen mücadelede ‘yan hasar’ın kurbanı olmuştu. (...)
Öte yandan, siyasal bağımsızlıktan ve ulusal devletin başlıca doğal kaynaklarına sahip çıkmasından yana olan ve Batı tarafından acımasızca, etkin biçimde alaşağı edilen tek Müslüman ülke Endonezya değildir...” (sayfa 126, 127)
Endonezya’da olanlar ile Türkiye’de son yıllarda yaşadığımız olaylar arasında bir benzerlik var mı?
Bunun yanıtını Amin Maalouf’un bahsettiği yıllarda Endonezya’da neler olduğunu öğrenerek verebiliriz...
Amerika Sukarno’dan memnun değildi
Endonezya tarihi denince mutlak iki isimden bahsetmemiz gerekiyor:
Ahmet Sukarno ve Muhammed Suharto.
Sukarno ulusalcıydı. Siyasal duruşunu antikapitalist ve antiemperyalist diye tanımlıyordu. Endonezya Ulusal Partisi’nin kurucusu ve ilk başkanıydı.
Kuşkusuz 336 etnik grubun yaşadığı bir coğrafyada ulusalcı olmak, hepsini bir çatı altında toplamak hiç de kolay değildi. Ama Sukarno başardı.
Sırasıyla Portekiz, İngiliz, Hollanda, Japonya ve tekrar Hollanda sömürgesi olan Endenozya’yı bağımsız hale getirdi: Tarih 27 Aralık 1949 idi.
Sukarno önce, Hollandalıların baskısına rağmen, ülkesini 15 üyeli federasyondan üniter devlete geçirdi.
5 ilke belirledi: Ulusalcılık, halkçılık, temsili demokrasi, devletçilik, laiklik.
Sukarno, Soğuk Savaş döneminde Mısır lideri Nasır ve Yugoslavya lideri Tito’nun kurduğu bağlantısızlar hareketine katıldı.
Çin ve Kuzey Kore ile politik dostluk kurdu. SSCB’den askeri yardımlar aldı.
200’den fazla Hollanda şirketini millileştirdi.
Ve ABD bu gelişmelerden rahatsız oldu. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD, Asya’da egemenlik alanını artırma çabası içindeydi. Hindiçini’nde (Vietnam, Laos, Tayland, Kamboçya) bağımsızlık hareketleri büyüyordu.
Kore Savaşı bitmiş; Vietnam Savaşı başlamak üzereydi.
ABD, Asya’yı kaybetmek üzereydi.
CIA faaliyetleri
Tarih: 30 Kasım 1956.
“Darul İslam” isimli bir örgüt Sukarno’ya suikast düzenledi.
Sukarno, ayrıca kendilerini antikomünist olarak tanımlayan İslamcı PRRI (Pemerintah Revolusioner Republik Indonesia) adlı örgütün de hep hedefinde oldu.
Sukarno kendisinin kimler tarafından öldürülmek istendiğini kuşkusuz biliyordu. İslamcı örgütlere CIA’nın yardım ettiği sır değildi.
1958 Mayıs’ında Allen Lawrence Pope isimli bir Amerikalı havacı yakalandı. Havacının CIA ajanı olduğu ortaya çıktı. Yanındaki tüm CIA dokümanları Endonezya hükümeti tarafından ele geçirildi.
Antikomünist milliyetçi ve İslamcı örgütlerin arkasında CIA vardı.
Belgelerde ortaya çıktı ki, Amerika Sukarno’nun “ipini çekmişti”.
Sukarno’nun ipini çeken sadece ABD-CIA değildi.
Komünistler 1955 seçimlerinde yüzde 16.4 (6 milyon oy) almıştı. 1957 yerel seçiminde ise aldığı oy yüzde 30’a çıktı. Bir sonraki genel seçimde oyların yüzde 50’sini alacağına kesin gözüyle bakılıyordu.
Ulusalcı Sukarno iktidarını komünistlere bırakmak istemiyordu.
İlk iş, 1960’ta hükümet bütçesini reddettiği için meclisi dağıtmak oldu. Seçimleri erteledi.
Sonra ayrılıkçı isyanları ordu sayesinde bastırdı.
Sukarno iktidarını kurtardığına sevinirken hiç beklemediği bir yerden darbe yedi.
‘Kutsal cihat’ın hedefi
Tarih: 30 Eylül 1965.
“30 Eylül Hareketi” isimli bir grup Endonezya’nın en kıdemli altı generalini kaçırdı! Endonezya ordusunun altı üst düzey generalinin kaçırılması, rütbesi düşük bir generalin önünü açtı. Bu isim, Tümgeneral Muhammed Suharto idi.
Önce hemen orduyu hâkimiyeti altına aldı.
Generalleri komünistlerin kaçırdığını iddia etti ve bağımsızlıkçı, ilerici, ulusalcı, solcu kim varsa öldürttü. Kıyımın boyutları inanılacak gibi değildi; yarım milyondan fazla insan kıyıma uğradı.
Tek örnek vermek istiyorum: 3 milyon üyesi ve 20 milyona yakın seçmeniyle Endonezya Komünist Partisi dünyanın üçüncü büyük komünist partisi durumundaydı. Partinin önde gelen tüm isimleri öldürüldü. Evleri, işyerleri yakıldı. Cinayetlerin hepsi “kutsal cihat” adına yapılmıştı.
Peki bu 30 Eylül hareketi neydi? Arkasında kimler vardı?
Prof. Dale Scott bu konuda araştırmalar yaptı. Onun bulguları şunlardı: Kaçırılan generaller (sadece Nasution isimli general hariç), Tümgeneral Suharto’nun önünü tıkayabilecek generaller idi. Başkan Sukarno’ya yakındılar.
Plan belliydi: Tümgeneral Suharto’nun ordunun hâkimiyetini ele geçirip darbe yapması için, önündeki tüm generaller kaçırılarak öldürüldü.
Ayrıca “30 Eylül Hareketi”nin başındaki Albay AbdulLatief, Tümgeneral Suharto’nun yakın arkadaşıydı ve generaller kaçırılmadan bir önceki akşam Suharto’yla görüştüğü ortaya çıktı.
Başkan Sukarno gerçeği hiçbir zaman öğrenemedi, 30 Eylül Hareketi’ni hep komünist sandı.
Ve 1967’de tüm yetkilerini Tümgeneral Suharto’ya devretmek zorunda kaldı. Ev hapsine alındı. 3 yıl sonra da öldü.
Kazanan ABD ve darbeci General Suharto oldu.
Anlaşılıyor ki, CIA ülkeye ve döneme uygun darbe planlıyordu. Kimin aklına gelirdi, darbe karşıtı altı general kaçırılarak alt rütbedeki darbeci bir generalin önünün açılacağı...
‘Endonezya Modeli’
Tümgeneral Suharto iktidara gelince üniformasını çıkardı.
Yeni döneme “Yeni Düzen” adı verildi.
Ulusalcılara, solculara karşı İslam “panzehir” olarak kullanılmaya başlandı. Ülke rejimi hukuktan eğitime kadar zaman içinde İslamlaştırıldı.
Günlük yaşam İslami esaslara göre yaşanmaya başlandı. Bunun bir örneği de Malezya’dır.
Sadece Başkan Suharto’nun seçtiği partilerin seçimlere girmesine izin verildi.
Dünyanın en yoksul ülkelerinden Endonezya’da sosyal devlet yok edildi; Ahmet Sukarno döneminde kamulaştırılan kurumlar hemen özelleştirildi. Yabancı sermayenin gelmesi için tüm yasalar değiştirildi.
Sukarno’nın 20 yıllık döneminde dış borç 2.4 milyar dolardı. Suharto döneminde borç 50 milyar dolara yükseldi.
1996’da dönemin başbakanı Necmettin Erbakan, Endonezya’ya gitmiş; Jakarta’daki gökdelenlerden etkilenmiş ve Türkiye’nin kalkınması için “Endonezya Modeli”ni ileri sürmüştü. Zaten Endonezya Modeli diye bir model yoktu, bunun adı neoliberalizmdi.
Ne var ki, bu model Erbakan’ın gezisinden bir sene sonra çöktü.
Ekonomik krizi tetikleyen, şaibeli kredilerle çöküşü hazırlayan onlarca bankaydı. Kriz esnasında ülkeden bir anda 11.6 milyarlık sermaye kaçışı yaşandı.
Ve bu kriz döneminde, 20 Mayıs 2002’de Doğu Timor bağımsızlığını ilan etti.
Sorun bitmedi.
Endonezya’nın değişik bölgelerinde patlak veren etnik, dini ayrımcılığa dayalı şiddet ve terör olayları hiç durmadı.
Bugün Sumatra Adası’nın ucundaki Aceh bölgesinde şeriat devleti kurmak isteyen örgütle hükümet güçleri arasında çatışmalar sürüyor.
Bir dönem CIA’nın desteklediği radikal dinci örgütlerin hedefinde artık Amerika var!
El Kaide’nin üslerinden bazılarının Endonezya’da olduğu ileri sürülüyor. Bilindiği gibi Bali’de çoğunluğu turist 200 kişiyi öldürdüler.
Kimine göre, Afganistan’ı kaybeden El Kaide militanlarının yeni üssü Endonezya-Ambon’du. Bu nedenle Poso ve Ambon adalarında Müslüman-Hıristiyan çatışmasında 1999’dan beri 10 bin kişi hayatını kaybetti.
Kimse artık “Endonezya Modeli”nden bahsetmiyor.
Bugün başkent Jakarta’nın bir yanında gökdelenler diğer yanında ise “kampung” adı verilen derme çatma, sağlıksız sayısız gecekondu mahallesi var.
Endonezya’da yoksullar ile zenginler arasındaki mesafe her geçen yıl artarak sürüyor. Öyle ki, bugün beş kişiden dördü günlük 1 doların çok az üstü veya altında çalışıyor.
Başa dönüp Amin Maalouf’u bir kez daha okuyunuz lütfen.
Okuyunuz ki, Türkiye’nin nereye sürüklendiğini görünüz...
Bir eski bakanın cezaevi günlüğü
HER kitap yazılacak zamanı bekler. O zaman gelmeden, o kitap inanınız yazılmıyor. Kitabın kafanızda “olgunlaşması” gerekiyor.
Yıllardır, İttihat Terakki ve Cumhuriyet ideolojisinin mimarlarından Ahmet Ağaoğlu’nun hayatını yazmak istiyorum.
Doğal olarak konuyla ilgili kaynaklar ilgimi çekiyor.
Birkaç ay önce çıkan, gazeteci Nezih Tavlaş’ın “Foto Muhabiri: Ara Güler” adlı kitabını bir solukta okudum.
Büyük usta Ara Güler, Ahmet Ağaoğlu’nun kızı (adını Şair-i Azam Abdulhak Hamit koymuştur) Tezer’in, Prof. Nimet Taşkıran’la evliliğinden olan Suna Hanım ile evliydi.
Ne yazık ki Suna Hanım’ı geçen hafta kaybettik.
Madem söz açıldı yazmalıyım: Bildiğiniz gibi Ara Güler üstadımız Ermeni’dir; Suna Hanım ise Azeri’dir.
İşte Anadolu’nun bu kültür zenginliğini birileri hâlâ görmek istemiyor; bizi kendi tarihimizden utanır hale getirebilmek için ellerinden geleni yapıyorlar.
Geçen hafta sahafları dolaşırken Samet Ağaoğlu’nun “Hayat Bir Macera” adlı kitabını aldım. 2003 yılında çıkan kitap demek ki gözümden kaçmıştı.
Samet Ağaoğlu, Ahmet Ağaoğlu’nun oğluydu.
1940’lı yıllarda Orhan Veli’den Ruhi Su’ya kadar Ankara’daki solcu aydınların çevresine takılıyor ve edebiyatla uğraşıyordu.
Sonra Demokrat Parti milletvekili ve bakan oldu.
27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinden sonra cezasını çekmek için konduğu Kayseri Cezaevi’nde çocukluk anılarını kaleme aldı. 193 sayfa tutan bu anıları Kitap Yayınevi yayınladı.
Bunları niye yazıyorum?
Samet Ağaoğlu Kayseri Cezaevi’nde kaleme aldığı anılarının bir bölümünde bakın ne yazıyor:
“İttihatçıları yakalayarak hapislere atan, askeri mahkemeler karşısına çıkaran, İngilizlere teslim eden, onların ‘İttihatçılar yerine Ruslar gelsin memlekete razıyız’ diyecek kadar can düşmanları Hürriyet ve İtilafçılar idi. Tam on yıl, bir kısmı vatan dışında, bir kısmı içeride çeşitli minnetlerle yaşamış bu insanlar yakaladıkları hasımlarının hiçbirine hakaret etmediler, hiçbirini vurmadılar, dövmediler. Ali Kemal ile Pehlivan Kadri’nin makaleleri dışında hiçbirine sövülmedi. Bekirağa Bölüğü’nde babamı ve arkadaşlarını her gün görebiliyorduk. Konuşurken de yanımızda dinleyen kimse yoktu.
Milli Mücadele’den sonra inkılaplar sırasında İstiklal Mahkemeleri’ne verilen siyaset adamlarına da hükmedilmiş en ağır cezalara rağmen insan haysiyet ve şerefine dokunacak baskılar uygulanmadı.
Fakat ne hazin tecellidir, aradan yıllar ve yıllar geçtikten sonra aynı insanların çocukları birbirlerine tarihte örneği az görülmüş maddi-manevi hakareti reva görmekten çekinmediler; dün ordunun başkumandanı generaller, devlet ve hükümet başkanları, mebuslar, şairler, tarihçiler, yazarlar, yüksek memurlar, yüzlerce insan ayaklar altına alınarak dipçiklerle, tekmeler, tokatlar, yumruklarla, bir kısmının yüzü gözü kan içinde hapishanelerden hapishanelere sürüklendiler.
Halbuki insan haysiyet ve şerefine saygı prensibi dillerde ve kanunlarda baş tacıydı. Demek devlet şeklinde ve yazılı prensiplerde görülen ilerlemenin karşısında, ruhlarda, zihniyette, düşüncede büyük gerileme olmuştu. Bu, neden olmuştu? Bunun sorumlusu sebepler nelerdi?
Bu soruların cevaplarını ileride tarihçiler ve sosyologlar elbette araştırarak verecekler...”
Yıl: 2010.
Samet Ağaoğlu’nun yazdıklarının üzerinden 50 yıl geçti.
Ağaoğlu’nun yazdığı dönemlere ilişkin “eksik” ya da “fazlalık” bulabiliriz kuşkusuz.
Ancak bu, şu soruyu sormamıza engel değildir:
Dünden bugüne ne değişti?
Paylaş