Cumhuriyet’in ilk şehidi boynu kırılarak öldürüldü
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
Başbakan Erdoğan’ın, “Bu Cumhuriyet çıtkırıldım Cumhuriyet değildir” sözü haftaya damgasını vurdu. Bu hafta Cumhuriyet kavramı-tanımı üzerine bir yazı kaleme almayı düşünüyordum.
Başbakan’ın bu sözü beni tarihin sararmış sayfalarına götürdü. Ali Haydar Mithat’ın 1872-1946 yıllarını kapsayan “Hatıralarım” kitabını yeniden okudum. Bakın yazar, Cumhuriyet’in ilk şehidi olan babasının yargılanıp ölüme götürüldüğünü nasıl anlatıyor...
TARİH: 27 Haziran 1881. Pazartesi. Yer: Yıldız Sarayı. O gün sarayın bahçesindeki Malta Köşkü’nde tarihi bir duruşma vardı. Mahkeme, 1876’da cunta kurup darbe yaparak, Sultan Abdulaziz’i öldürdüğü iddia edilenleri yargılayacaktı. Diyeceksiniz ki, “Darbe 5 yıl önce olmuş niye şimdi yargılıyorlar?” Sonra ekleyeceksiniz, “Padişah Abdulaziz intihar etmemiş miydi?” Bu konuya geleceğiz. Önce mahkemeyle ilgili bilgiler vereyim: Mahkeme yeri dikkatinizi çekti mi; Yıldız Sarayı’nda oturan II. Abdulhamid mahkemenin kendi kontrolünde olmasını istiyordu. Mahkeme heyetini de zaten kendisi seçmişti. Mahkeme Başkanı kimdi dersiniz? Davanın “1 Numaralı Sanık”ının Tuna Valiliği döneminde, yolsuzluk yaptığı için kadılık görevinden aldığı Sururi Efendi! Sanki “öcünü alsın” diye mahkemeye başkan yapılmıştı. Mahkeme heyetinin üyelerini yazarak işi uzatmaya gerek yok. Yalnız, Mahkeme Başkanı’nın hemen arkasındaki koltukta oturan birini yazmalıyım: Adliye Nazırı Cevded Paşa! O da, yenilikçilerin önderi “1 Numaralı Sanık” ile yıllarca ideolojik kavga eden gelenekçilerin lideriydi. Sanıkların avukat tutmalarına izin verilmedi. Onları savunacak avukatları doğrudan doğruya Adliye Nezareti (Adalet Bakanlığı) seçti. “1 Numaralı Sanık” avukatı reddetti. Duruşma salonu yerli ve yabancı gazetecilere açıktı; yalnız yabancı gazetecilerin tercüman getirmesine izin verildi! Ayrıca yazılan haberler sansürden geçmek zorundaydı! Duruşma günü Saat 09.00 gibi 11 sanıklı dava başladı. Kimlikleri soruldu. İddianame okundu: 1876 darbesini yapanlar bazı tetikçileri görevlendirerek devrik Sultan Abdulaziz’i öldürmüşlerdi. İddianame öyle gizli tanıklara filan dayandırılmadı. Bizzat sanıklardan Pehlivan Mustafa, Boyabatlı Hacı Ahmed ve Cezayirli Mustafa itiraf edip “Öldürdük” demişlerdi. İfadelerinin ne derece doğru olduğuna değineceğiz. Ancak bu itiraflar üzerine, başsavcı Latif Bey şu iddiayı öne sürdü: “Bunlar tek başlarına böyle cinayet işleyemezler, mutlaka darbeyi yapan cuntacılardan emir almışlardır!” Tanışıklığa ilişkin bilgi/belge yoktu ama zaten bu delilleri arayan da yoktu! Saat 14.00’te, “1 Numaralı Sanık ” a söz verildi. İlk sözleri şöyle oldu: “Cenab-ı Hakk’a şükrediyorum, böyle bir mahkemeye hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet ve ülkede fesat çıkarmak gibi bir suçla davet edilmedim. Buraya gelişimin nedeni milletime ve vatana sevgimdir.” Bu sözlerin sahibi “1 Numaralı Sanık ” yıllarca valilik, bakanlık ve sadrazamlık yapmıştı. Mahkeme Başkanı Sururi Efendi sertçe araya girerek, “İddianameye ne diyeceksiniz” diye sordu. “Yalnız iki yerini doğru buldum” diye yanıt verdi, “birincisi iddianamenin başındaki Besmele, ikincisi ise iddianamenin altındaki tarih!” Ardından iddianamede 93 yalan ve yanlışın olduğunu söyledi. Bunların görüşülmesini istedi ama mahkeme buna izin vermedi. Sadece sorularını yanıtlaması istendi. Sanıkların ifadelerinin sobalarda yakılarak, lağımlara sokulup, aç susuz bırakılarak alındığını söylemek istedi, susturdular. Aksine sanıklar padişah tarafından gönderilen kuzu etiyle beslenmişti! İddia makamı duruşmaya bazı tanıklar da getirdi. Tanıklardan biri Abdulaziz’in hekimbaşısı Dr. Marko Paşa idi. “Cinayeti” Boğaz’ın karşı yakasından gördüğünü söyledi! Abdulaziz’in sadece bileklerinde değil kalbi üzerinde de yara olduğunu söyledi. “Neden bu durumu ölüm raporunuzda belirtmediniz” diye sorulunca sustu kaldı. Kendisini Meclis-i Ayan’a seçen II. Abdulhamid’e olan vefa borcu nedeniyle böyle ifade verdiği çok sonra anlaşılacaktı. Yabancı doktorların da katıldığı otopsi raporunda, oybirliğiyle Abdulaziz’in intihar ettiği yazılıydı; ama 5 yıl önceki bu belgeyi şimdi hatırlayan yoktu! Yandaş gazeteciler Mahkeme iki gün sürdü; 29 Haziran’da kararını açıkladı: İdam. Aslında tüm süreç çok önceden planlanmıştı; senaryo çok önceden yazılmıştı. Öyle ki: “1 Numaralı Sanık” için basında yıpratma kampanyası başlatıldı. Bunun başını II. Abdulhamid’in “beslemesi” Tercüman-ı Hakikat çekti. İlginçtir: Gazetenin sahibi Ahmet Mithat Efendi’yi elinden tutan ilk kişi, dönemin Tuna Valisi “1 Numaralı Sanık” idi. Ahmet Mithat ilk gazetesi Tuna’yı onun sayesinde çıkarmıştı. Keza “1 Numaralı Sanık” Bağdat Valiliği sırasında da Ahmet Mithat’ı yanında götürüp gazete çıkarmasını sağladı. Sadece onu değil, ağabeyini de yanına alıp paşalığa kadar yükselmesini sağlamıştı. Ve en acıklısı; adını vermişti! Ahmet Mithat gazetesinde bir dönem hamiliğini yapan bu kişiyi itibarsızlaştırma kampanyasının başını çekiyordu. Ama korkaktı, yazılarına adını koyamadı. Örneğin, 20 Mayıs 1881’deki imzasız yazısının bir örneğini de II. Abdulhamid’e göndermişti. Ama imzalı olarak! Bu durum gerici isyanı bastıran Hareket Ordusu’nun 1909 Yıldız Sarayı Baskını’nda ele geçirdiği belgeler arasından çıkacaktı. ‘Aman dikkat! Cumhuriyet’i ilan edecek’ Peki ne olmuştu da... Bir dönem iktidarın gözdesi olan, 1876 Anayasası’nı hazırlayan bu devlet adamı, 5 yıl sonra “1 Numaralı Sanık” oluvermişti? Hakkındaki iddia müthişti: Cumhuriyetçiydi! Osmanlı saltanatına son vererek Cumhuriyet ilan edeceği söylentisi çıkarıldı. Güya “Osmanlı’dan artık hayır gelmeyeceğini ve Cumhuriyet rejimine geçilmesinin ihtiyaç olduğunu söylüyor”du. “Cumhuriyetçi” olduğunu II. Abdulhamid’in kulağına söyleyenlerin başında, Yıldız Sarayı’ndaki mahkemeyi yakından takip eden Adliye Nazırı Cevded Paşa vardı. (Saraya “Cumhuriyetçi” jurnalini yapan ilk kişi ise Zaptiye Nazırı Ömer Fevzi Paşa idi.) “Cumhuriyetçi” olmakla itham edilen “1 Numaralı Sanık” önce yurtdışına sürgüne gönderildi. Oradaki politikacılarla görüşmelerinden rahatsızlık duyulup Girit’te zorunlu ikamete mecbur edildi. “Gitme, öldürülürsün” uyarılarını dinlemedi, adaya gitti. Burada “hürriyet kahramanı” sloganlarıyla karşılanması ve halkın büyük sevinç göstermesi üzerine iki ay sonra Suriye Valiliği’ne atandı. Şam’da da büyük bir coşkuyla karşılandı. Burada da fazla kalamadı; çünkü dedikodular çıkmıştı: Kavalalı Mehmet Ali Paşa gibi, Suriye’nin özerkliğini isteyip sonra bağımsızlığını ilan edip Cumhuriyet ilan edecekti! Tayini hemen Aydın-İzmir Valiliği’ne çıkarıldı. Ve sonra Abdulaziz’in intihar etmediği, öldürüldüğü haberleri basında çıkmaya başladı. Ardından yargılanmak üzere İstanbul’a getirildi. İdama mahkûm edilen “1 Numaralı Sanık” cumhuriyetçi miydi? “Cumhuriyet” kavramı o dönem Osmanlı aydınlarına yabancıydı. Ancak başta “1 Numaralı Sanık” olmak üzere Batı fikirlerine yakın münevverler “kul ve tebaa” ilişkisine kafa yoruyordu. Modern devletin temelini “kanun önünde eşit vatandaş”ın oluşturduğuna inanıyorlardı. Kuşkusuz bunu en iyi cumhuriyet rejimi sağlayabilirdi. “1 Numaralı Sanık” ağzına hiç “Cumhuriyet” sözcüğünü almamıştı ama ileri sürdüğü fikirler Cumhuriyet’le örtüşüyordu. Sonunda... Taif Zindanı’nda boynu kırılarak öldürüldü. Resmi raporlara “şirpençe hastalığından öldüğü” yazıldı. Sanıyorum “1 Numaralı Sanık”ın kim olduğunu biliyorsunuz, Mithat Paşa. İstedim ki: Bugün “çıtkırıldım olmayan” bu güçlü Cumhuriyet’in temelinde, softalar tarafından boynu kırılarak öldürülen, yenilikçi Mithat Paşa’nın olduğu gerçeği unutulmasın...
İki Cumhuriyet öncüsü
MİTHAT PAŞA-ATATÜRK ARASINDAKİ FARK NEDİR
ÖNCE bir tespiti yazalım: Mithat Paşa’nın öldürülmesi dönüm noktası oldu; bundan sonra üst düzey yönetici aydınlarla yenilik arayışları son buldu. Bu canilikten sonra üst düzey yönetici-paşa vb. yenilik hareketlerinden uzak durdular. Yani Mithat Paşa aydını öldürendir. Mustafa Kemal Paşa ise aydını diriltendir. Gelelim bir başka sorunun yanıtını aramaya: Mithat Paşa niye yenildi? Kuşkusuz tarihi şartların bunda payı vardır. Fakat kişilik özelliklerini de hiç göz ardı etmemek gerekir. Mithat Paşa aşırı gururluydu. Mithat Paşa uysaldı. Mithat Paşa naifti. Mithat Paşa pasifti. Mithat Paşa hiç ketum değildi. Mithat Paşa’nın, -Ziya Paşa’nın ifadesiyle- aşırı güveninin ardında korkaklığı vardı. Ve... Mithat Paşa da liderlik vasfı yoktu. Bu nedenle tarihi fırsatları yakalayıp değerlendiremedi. Hep uzlaşma arayışında oldu. Bu nedenlerle iktidarı kendi elleriyle verdi. Oysa... Mithat Paşa’nın sahip olduğu güçlerin biri bile Mustafa Kemal’de yoktu. Mithat Paşa’nın arkasında dönemin yenilikçi hareketlerine hayat veren öğrenciler, memurlar ve kimi paşalar vardı. Mustafa Kemal’in arkasında ne vardı: İşgal altında harap bir ülke, çökmüş bir halk, işbirliği arayan mandacı aydınlar, bocalayan yöneticiler ve silahı alınmış genç subaylar. Diyeceksiniz ki, “Peki Mustafa Kemal nasıl başardı?” Nasıl “yapan-kuran devrimci” oldu? İyi bir asker olduğu için mi? Yetişmiş bir aydın olduğu için mi? Devrimci olduğu için mi? Karizmatik bir lider olduğu için mi? Liderliğin en temel şartı nedir bilir misiniz: Gerçekçi olmak! Mustafa Kemal’in tüm niteliklerine temel teşkil eden özelliği rasyonel olmasıdır. Gerçekle yüzleşmeyi bilmesidir. Hani bugün söyleyip yazıyorlar; “Lozan hezimettir” diye! Veya, “Selanik’i niye almadık” diye. İşte meselenin bamteli burasıdır. Temelsiz “kendini üstün görme duygusu” Osmanlı’dan günümüze mirastır. Bu gerçekle bağı olmayan duygu zamanla bizi hastalıklı bir gurura götürüyor. Batılılar buna “Türk zihniyeti” diyor. “Haşmet” ve “şan” duygusunun hâkim olduğu saplantılı bir zihniyet! Bilirsiniz, Osmanlı hazinesi tamtakırdır ama zengin hediyeler dağıtılırdı. Bu halka da sindi, “Aman yoksulluğumuz belli olmasın” utangaçlığı. Avrupalıların bir sözü var: “Mal der Hindistan, akıl der Frengistan, şan der Osman!” Kimileri ise “Acem palavracılığı” teşhisi koyuyor bu duygusal hastalığa. Örneğin İttihatçılar... İdealisttiler ama hiç gerçekçi değillerdi, hâlâ imparatorluk hayalleri kuruyorlardı. Batı gelişmişliğine; değişen üretim biçimlerine, modern devletin doğuşuna kafa yormadılar hiç. Ne değişti ki bugün? Hâlâ dış politikada, yüksekten konuşmayı, suçlamayı ve tehdit etmeyi iyi siyaset sanıyoruz. Küsmeye-darılmaya bayılıyoruz. 100 yıldır en sık yaptığımız eylemimiz sürekli başarısız ambargolar koymak değil mi? Gerçekçilikten uzak bu yücelik saplantısı kompleksimiz haline dönüştü. Büyük konuşup küçük davrananların acı mirasından hiç ders almıyoruz. Uzatmayayım. İşte bu içi boş hayali yıkan adamdır Mustafa Kemal Atatürk. Gerçeklik duygusudur onu zafere götüren. Mithat Paşa ile kişilik özelliklerini bir yana bırakalım, aralarındaki en temel fark budur işte. Bu nedenle biri kaybetmiş ve bunu canıyla ödemiştir; diğeri ise zafer kazanmıştır.